hilalin bir günü

Sabahları erken uyanabilirse gökyüzüne bakar hilal ilk olarak. Rüzgardan, tüm hikayelere hayat veren havadan temiz bir nefes çeker. Sabah için kendi payını alır. Hayat ona karışık görünür ilk bakışta. Kolay bir hayatımız yok der kendi kendine; yalnız, uykulu, bitkin insanları görünce. Sonra bakçedeki domatesleri, havanın kararmasını bekleyen akşam sefalarını ve adını bilmediği diğer çiçekleri seyreder bir müddet. Neşe dolar küçük dünyası.Yüzünü güneşe dönmüş bir ayçiçeği olmak ister o bahçede. Herkesi sever, herkese gülümser, herkesi düşünür o an. Hepimiz istemeden hataya sürüklenen masum insanlarız der bahçedeki tulumbaya doğru: o yüzden birbirimizi her an, her yerde, her koşul altında affedebiliriz. Affetmek erdem değildir ona göre; biz insansak eğer ve böyle bir hayatın içinde buluvermişsek kendimizi affetmek zorunluluk değil midir artık..Dogville filmindeki Grace gelir aklına. Hataların ve kötülüğün hayatın karmaşık koşullarından kaynaklandığını düşünüp affetmeye hep hazır olan Grace'i düşünür.Sonra Grace'in babası gelir aklına: Grace'in herkesi affettiğini çünkü herkesten iyi olduğunu düşündüğünü söyleyen ve bu yüzden onu kibirlilikle suçlayan gagster. Belki de haklı olan Grace'in babasıdır. Hiçbirimiz mükemmel olmadığımız için, affediyorum dediğimizde doğru söylemiyoruzdur belki, sandığımız kadar iyi değilizdir ve böylece kibirlilikten de kurtulmuş oluruz.
       Bunlar derin konular der hilal öğlen olup serin esinti bilmediğimiz bir yerlere gittiğinde. Biraz yemek yer, bol bol su içer, çıplak ayakla basar yerlere her yüzeye temas etmek isteyerek. Televizyonu açar öğle saatlerinde. Uzaktan izle diye defalarca uyarırlar onu. O asla uzaktan izlemeyi beceremaz, her seferinde en yakın köşede bulur kendini. Kadın programlarını da izler, saat başı haberlerini de.. Her ikisinde de dayanamadığı, sinirlendiği bir anm gelir. Söylene söylene kapatır televizyonu. Müzik dinlemeye karar verir böyle durumlarda durup dururken sinirlendiğinde. Odanın içinde dolaşır durur müzikle, hayallere dalar. Sözsüz müziği daha çok sever hilal. Hissedeceklerine kendi karar vermek ister çünkü. Kendi cümlelerini kurmak ister müzikle. Aşka, yalnızlığa, ayrılığa dair cümleler duyar dinlediği enstrümanlardan.Yann Tiersen'i de bu yüzden sever zaten: cümlelerle konuşmaya mecbur kalmamış bir insan olduğu için. O da cümlelerle konuşmaya mecbur kalmayan insanlardan olmak ister. Gülümsemekten, bakmaktan hoşlanır, öpmeyi sever, konuşmayı pek sevmez. Bir de yazmayı sever tabi belki de en çok onu...
      Akşamları dışarı çıkar, neşeli insanlarla buluşur bir masada daha da neşelenir. Anlatır da anlatır.Gereklisini de anlatır gereksizini de. Önemli olan gerçek hisler, doğrular değildir çoğu zaman; sadece konuşulabilenlerdir.Konuşulabilenler masada arkadaşlarla paylaşılır, konuşulamayanlar hep içimizde kalır. Biz onun orda bi yerde sessiz sedasız beklediğini biliriz.
      Gece olunca Kafka' nın dünyasına girer hilal. Onu tanımaya, dediklerini anlamaya çalışır. '' Dönüşüm''de bir sabah böcek olarak uyanan George Samsa gibi hisseder. Dev cüssesiyle duvarlarda, tavanda gezinir.Toplum tarafından kullanılan, özgürlüğü elinden alınmış, birey olmasına izin verilmeyen insanı görür, böcek; birey olduğu için toplum dışına itilmiş, sıradan insanlar tarafından dışlanmış insanı sembolize eder.
Bir sabah böcek olarak uyanmanın zorluğuyla, toplumun istediği, öğütlediği kişiden farklı biri olmanın zorluk derecesi eşit diye düşünür hilal. Sonra Karl ile '' Amerika'' ya gider. Orada kaybolur, yalnız kalır,yaşam mücadelesinde savrulup gitmiş insanlardan geriye kalan birkaç dürüst insanla tanışır. Onların yüzünü kara çıkarmaktan hoşlanmaz. Yalan söylemez, ihanet etmez. Ama herkese güvenilemeyeceğini bildiğinden hayal kırıklığına da uğramaz.
       hilal birazdan Kafka' nın ''Dava'' sını keşfe çıkacak, bu sefer hayatı sorgulamaya ordan devam edecek...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf