Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Alelacele

Resim
Evden çıkmıyorum. Dışarının soğuğu, kalabalığı beni korkutuyor. Bizim sokağın dar yokuşundan inerken ayaklarım kayacak diye tedirgin olacağım. Haydi onu başarsam, ardından dik bir yokuş tırmanmam gerekecek, nihayet on beş dakika bunlara katlanırsam düz yolda yürümeyi hak edeceğim.  Çarparak geçecekler yanımdan düz yolda. Alelacele. Bu lafın tüm hayatım olacağını tahmin eder miydim?  Elleri kollarına karışarak, kırmızı bir suratla, zihninin düşünmesine dahi fırsat vermeden konuşmaya çalışır Alelacele. ''Hani şey işte....adını sen söyle'' Söylemeden bakarım suratına dik dik. Telaşla çırpınan gözlerini, sarkmış kırmızı yanaklarını incelerim. Alt dudağım çarpılır gibi gelir o sırada, düzeltmeye çalışırım. Alelacele'ye duyduğum öfkenin suratımda belirmesini istemem.  Kafası karışık, cümleleri pazar yeri gibidir. Bir ton insan aynı anda konuşuyormuş gibi bakar gözleri nereye gideceğini şaşırarak. Nihayet beni seçer. Orada olduğumu kavrar. Bienalde karanlık odaya

Çocukluğun büyülü gözlerine karşı yetişkin gerçekliği

Resim
Harper Lee'yi yayımlanmış iki kitabıyla tanıyoruz: Bülbülü Öldürmek (To Kill a Mockingbird) ve Tesbih Ağacının Gölgesinde ( Go Set a Watchman).  Bülbülü Öldürmek kitabında, Alabama Eyaleti Maycomb hayali kasabasında, Jean Louise Finch, nam-ı diğer Scout'un gözünden ailesini, kardeşiyle oynadığı oyunları, kasabanın boğucu havasını, genellikle evlerde hizmetçi olan, kasabanın en kötü bölgesinde yaşayan siyahların maruz kaldığı beyaz zulmünü dinliyoruz. Tesbih Ağacının Gölgesinde kitabında ise hikaye bir nevi devam ediyor; artık 26 yaşına gelmiş Newyork'ta yaşayan Scout ailesinin yanına, epey değişmiş bulacağı Maycomb'a iki haftalık bir tatil için dönüyor.  İlk kitapta tanıştığımız ve hayran kaldığımız baba Atticus'u bu kitapta biraz değişmiş buluyoruz. Scout'un kardeşi Jem ölmüş, Dill'den ise Scout'un, sevgilisi Henry'e çocukluk hikayelerini anlattığı anlar dışında pek bahsedilmiyor. Başına buyruk bir hayat yaşamaya başlayan Scout'un çocuklu

Sonbaharın Dansı

Resim
Sonbahar yaprakları sabahın kararsız karanlığında esintilerin dokunuşunu beklermiş gibi dört bir yana saçılıyor. Gökyüzünde düşmeye direnen sarı-turuncu yaprakların dansını izliyorum. Karanlıkta yalnız ve özgür bir dans bu. Kimseler görmeden yüzlerce yaprak, sabah rüzgarını kaçırmamak için sözleşmiş.  Sonbaharın gelişine şahit oluyorum ilk defa. Kaldırım kenarlarında biriken, bir süre sonra çalı süpürgesiyle toplanacak yapraklara bakmaktan farklı. Yüzlercesi fırtınaya kapılmış gibi tepemde dönüyor, kaldırımlardan kayarak aşağı iniyorlar. 7.30'da sokağa çıkmam gerekmeseydi bunu göremeyecektim diye düşünüyorum. Kasvetli, yarı uykulu sabahlar teselli sürprizi yapıyor bazen. Dört patisini açmış sırt üstü yatan bir kedi çıkarıyor karşıma kimi sabah, derin uykusunda araba tepesinde güvenle uyuyan kediyi izliyorum otuz saniye. Her şey saatin gerçekliğiyle birbirine bağlı. Kediden sonra beni seyirci koltuğuna oturtan sonbaharın dansından 1 dakika içinde ayrılmam gerekiyor. Yolun yedi

64 GB BELLEK

Resim
Hafızamız kaç gblık anı depoluyor? Bu anılar tepe tepeye yıllardır, yedekleme imkanı bile vermeden nerede saklanıyorlar?  Elime aldığım her kitapta sessiz bir babanın çocuğu konuşuyor yıllar sonra, eski bir ev en küçük odasına kadar hayatta kalmış capcanlı duruyor önümde, ikide bir arıza yapan sokak lambası, çoktan yıkılıp yirmi katlı bir apartman olmuş köşedeki market iki ekmek bir kalıp beyaz peynir alan kadınlara veresiye yazmaya devam ediyor. Geçmiş, şimdiye inatla, eskimeden rahatsız etmeye, rüyalardan haykırmaya, kendini unutturmamak için her boşluktan sızmaya devam ediyor.  En sevdiğimiz kitaplar; yok etmek için uğraşıldığı halde bellekte en arkaya saklananlardan bahsedenler...  Öyle bir kapasitesi var ki sıkıştırılmış gün ve ayları, kapandı denilen defterleri ansızın karşımıza çıkarıyor. Bazen, keşke 64 gblık bir bellekle yaşamak zorunda kalmasaydık diyorum. Taşlı yoldaki bisikletten ilk düşüş başkasının hatırası gibi gelmekten öteye gidebilseydi. Geniş belleğimiz ka

Kazuo Ishiguro- Öksüzlüğümüz

Resim
Kazuo Ishiguro 1954 yılında Nagasaki Japonya'da doğmuş, 5 yaşından itibaren İngiltere'de yaşadığı için İngiliz yazar ve yönetmen olarak da anılıyor. Kendisini İngiliz mi Japon mu hissettiği sorulduğunda: ''İnsanlar üçte iki bir şey, gerisi başka bir şey değil. Mizaç, kişilik ve bakış açısı böyle bölünmüyor...'' demiş. Yazar bu yıl Edebiyat Nobel'ini kazandı.  Onu okumaya yanlış bir kitapla başlamışım. 11 romanı arasında en kötü eleştiriler alan kitabı Öksüzlüğümüz. Bu eleştirileri, okumaya başlamadan görmediğim için okuma süresince etkilenmedim. Ama neden sonuç ilişkisinde çoğu yerde karşıma çıkan tutarsızlık, bazı karakterlerin öylesineymiş hissiyle anılıp bırakılması rahatsız olduğum noktalardı. Bunlara rağmen merak ettiren bir hikaye, akıcı bir üslup var. Son zamanlarda akıcı romanlar okumayı tercih ediyorum. Film izliyor gibi hissetmek ve heyecanlanmak iki temel kriterim Kasım ayı için.  Öksüzlüğümüz Ishiguro ile en iyi tanışma yöntemi değil bel

Rebel in the Rye - The Catcher in the Rye

Resim
J.D Salinger, ''The Catcher in the Rye'' (Çavdar Tarlasında Çocuklar) kitabıyla tüm dünyada okunan ve takip edilen bir yazar haline geldi. Bir süre sonra evine kapanan, röportaj vermek istemeyen Salinger  bu tercihiyle hiç tanımayanlar tarafından anılır ve merak edilir oldu. ''Çavdar Tarlasında Çocuklar'' kitabını okuduğumda, kitabın anlatıcısı Holden'a duyduğum hayranlıkla Salinger'ı araştırmak istedim. Onun hakkında arama motorunda karşıma çıkan ilk bilgi kitabının artan ününden sonra, 2010'da, kimsenin bilmediği evinde ölene kadar yalnızca yazdığı ve yazdıklarını asla yayımlatmadığı oldu.  Okuduğum ilk kitabından sonra peş peşe ''Franny ve Zoey'',''Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar'' ve ''Dokuz Öykü'' kitabını okudum. Franny ve Zoey'de karakterleri çözmekte çok zorlandım. Karakterleri tam anlayamadığım gibi aralarındaki dialoğa haddinden fazla odaklanıyor, kendimi ''bunla

''Her şey yerli yerinde''

Resim
Geçmişten bugüne yazarken, bazen günlüklerde bazen filmlerden özenip belirlediğim yıl gelinceye kadar açmadan saklayacağım, kendime yazdığım tavsiye mektuplarında, otuza doğru her şeyin yerli yerine oturmuş olacağını sanıyordum. Sonunda sevdiğim işi yapıyor olacaktım, mutlu olduğum bir şehirde bisikletimle gidecektim her yere. Nihayet para kazanmaya ilişkin tüm dertlerim bitmiş olacaktı.  Bugün, her şeyin yerli yerine oturmasının benim için mümkün olmadığını anladım. Mümkün olsaydı da sever miydim bilmiyorum.  Bu onlarca tam altın değerindeki bilgiye küçükken sahip olsaydım keşke. Boş ver deseydim o mektupları yazarken kendime, mutlu olmana bak. Aralarda yaptığın hatalar resmin tamamını yok etmeyecek. Resmin tamamı kargacık burgacık olacak zaten sonunda. Kara bulutların üzerine bildiğin tüm renklerle saldıracaksın, silmek mümkün olmadığından kapattığın her koyu hatıra pembe ve yeşillerin arasında öylece sırıtacak.  Geçmişte yerli yerinde bir gelecek için gösterdiğim pürdikkat ö

Dan Franck- Genç Bir Kız

Resim
Kütüphane raflarında gezerken Dan Frank'ın ''Genç Bir Kız'' kitabına denk geldim. Bildiğim bir yazar ya da kitap değildi. İletişim'den çıkmışsa kötü olamaz diye düşündüm. Dan Frank asıl ''Ayrılmak' ' kitabıyla ülkemizde tanınıyormuş. Kısa bir araştırmadan sonra rastgele de olsa iyi bir yazar keşfettiğimi fark ettim.  ''Genç Bir Kız'' Luca'nın yıllar sonra bile unutamadığı ilk aşkı Anna'yla ilişkisini, Luca'nın kafasında imgeleşen, 18 yaşındaki haliyle anlatıyor. Stalin'in öldüğü gün doğan Leningrad'lı Anna, Sovyet baskısı korkusuyla ailesi tarafından Paris'e gönderiliyor. Havaalanında ayrıldıkları gün bir daha buluşamayacaklarını sanıyorlar. Ancak Anna Leningrad'la kurduğu bağı kolay kolay koparamayacak, Luca ve Anna ikilisini kısa da olsa Leningrad'da görme fırsatı bile bulabileceğiz.  Luca büyümüş, birçok kitap yazmış ve film çekmiş bir yazar- yönetmen olmuş. Anna'ya yoğunlaşması, ak

Life is not a journey

Resim
Sabah 6.20'de Dimitri'nin öpücükleriyle uyanıyorum. Dimitri öpüşmeyi burnunu uzatarak öğrendi. Burun temasına, zımpara kağıdından diliyle yalamaya bayılıyor. Her sabah; Dimitri lütfen beni 7'de uyandır diyorum yüksek sesle. Anlasın diye heceliyorum hatta. 40 dakikaya, şu iki servis bir öğle yemeği arası ofiste geçen hayatımda haddinden fazla değer veriyorum. Çekik gözleri şaşkın şaşkın bakıyor. Tepinmek, koşuşturmak, su içmek, koltuğuna kıvrılmak, gözlerinin uykuya yenik düşmesi döngüsünde yaşayan birinin anlaması zor. Ben de onun dört duvar arası, pencereden gri binalara açılan dünyasında nelere katlandığını anlayamam. Kendimizce sıkıntılı ve çekilmez hayatlarımızda garip gelse de bizi bu öpüşmeler kurtarıyor. 6.20'de gözümü karanlığa açtığımda, 7.30'a kadar aydınlanmayacağını bilerek bu karanlığın, nereye gittiğimi soruyorum kendime. Geçenlerde arkadaşım bir video gönderdi. Life is not a journey 'di adı. Sonu sandığın gibi bir yere varmayacak diyord

Sevgi Soysal ile ''Yürümek''

Resim
Tante Rosa dağınık odasında huzurla oturuyor Sevgi Soysal ile ''Tante Rosa'' kitabıyla tanıştım. Evini ikinci el eşyalarla dolduran Rosa'yı sevdim hemen. Rosa kendi halinde, utanmasız, pek tanımadığım birine benziyordu. Orta yaşlı bir akrabam olamayacak kadar ilgi çekiciydi benim için. Orta yaşlı kadınlar; iki çocuk, sona yaklaşılan ev kredileri, gömlek ütüsü, akşamdan kalan fasulyenin yanına pilav, meyve bıçağıyla getirilen elma demek benim için. Bunun dışına çıkmayı başaran kimse olmadı şimdiye kadar. Olsaydı benim de tante rosam olurdu muhtemelen. Bazen sever bazen kızar onu kimseye okutmadığım günlüklerime yazardım. Sevgi Soysal'ın, '' Tante Rosa'' dan sonra okuduğum ''Yürümek'' kitabında da aynı sıkıntıları görüp içinden atmak istediğini fark ediyorum. Ela ve Mehmet'in iki ayrı koldan ilerleyen hikayesinde Ela çoğumuzun çocuklukta karşılaştığı ayıp ve yasaklarla tanışıyor; iki vücudun 'ayıp' sınırlarınd

Ekim Yağmurları

Resim
Ekim yağmurlarında tüm boş zamanım evde geçiyor. Hafta sonu olduğunda sokakları unutuyorum. Islak asfaltlar, şeffaf şemsiyelerle yokuş aşağı yürüyen insanlar yalnızca bir görüntü. Mutfağın yarı açık penceresinden ekim soğuğunu unutturmamaya çalışan bir esinti doluyor içeri. Dışarıda olmasam da hissediyorum.  Bu ay okulda matematik öğrenilen, ıslak teneffüs aralarında mont giymeden kantine koştuğumuz aydı. Hava erken kararır, kasvetli günü bir an önce sonlandırmaya çalışırdı. Sabahın yedisinde ürpererek, neden yatağımda kalıp istediğim kitapları okuyamadığımı düşünürdüm okula yürürken. Bu ay içimizi yalnızlık hüznünün kapladığı aydı. Yağmurlu rüzgarlar her geçen gün daha sert çarpardı yüzümüze bu hüznü. Bu ay odamda oturma isteğimin zirve yaptığı aydı. Isıtılmış ve ışıklandırılmış kapalı mekanlar insan dolup taşardı. Tiyatro salonunun olduğu gençlik merkezine giderdik ailecek. Sekizdeki oyun başlamadan çay içerdik ortadaki masalarda. O zaman az da olsa sevdiğim bir aydı bu.  B

Patti Smith

Resim
Bir haftadır Patti Smith yakın bir arkadaşım, ailemden biriymiş gibi yaşıyorum. Onun sevdiği şairlerle yatıp kalkıyorum. ''Horses'' dinliyorum bıkmadan. Gençliğini bana uzak bir dönemde yaşamış bir kadının yaşadığı her şeyi anladığımı sanıyorum onunla geçirdiğim vakitte. Yazı bu yüzden çok güçlü. Küçük bir odaya kapatıp yorulmadan, uyumadan bir bağ kurmayı mucizevi şekilde sağlayabiliyor. ''Çoluk Çocuk'' kitabından sonra punk rock kraliçesini, bu şair, müzisyen, özgür kadını, fotoğrafçı sevgilisi- arkadaşı- dostu Robert Mapplethorpe olmadan anmak zor. Robert Aids yüzünden ölmek üzereyken söz verdiği gibi hikayelerini yazmış bu kitapta. Robert'ı, onun da istediği gibi, eşcinsel, sado-mazo kalıplara sokmadan özgür ve yaratmaya aşık bir sanatçı olarak aşkla anlatmış. Belki ilk defa, tutkuların da ötesinde birlikte üretip yaratabilen, düştüğünde kaldıran, kaybolmuş gibi görünen ama asla kaybolmayan aşktan da öte bir bağ olduğuna inandım. Patti Sm

''Sözcükler'' Jean- Paul Sartre

Resim
Jean Paul Sartre'ın hayatı, geçmişi, onu Sartre yaptığını düşündüğüm ne varsa hepsiyle büyük bir merak konusudur benim için. Bunda hem varoluşculuk felsefesine duyduğum ilginin hem de kitaplarından değişik bir haz almamın etkisi var.  ''Sözcükler''e bir kitap fuarında denk geldim. Sartre'ın kendi kaleminden çocukluğunu anlattığını söyledi standın başındaki adam. Ben bu kitabı nasıl atlamışım! Okumak için hızlıca eve koştum.  Sartre'ın çocukluğu Burada kitabı bilmişlikle eleştirmeye, analiz etmeye çalışmayacağım. Bunun zaten beni aşan bir çaba olacağının farkındayım. Sartre'ın felsefesine, hayatına ve eserlerinin özüne hala istediğim kadar yakınlaşamadım. Tekrar okumam, üzerine düşünüp yazmam gereken kitapları hala kitaplıktan bana bakıyor. Onun yazdıklarını bitirdikten sonra üzerine düşünüp bir şeyler karalamadıkça Sartre okudum demek çok zor.  ''Sözcükler''den aklımda kalanları sırf bu amaçla sıcağı sıcağına yazmak isti

Ses ve Öfke- William Faulkner

Resim
Ses ve Öfke hep duyduğum bir türlü okumaya cesaret edemediğim bir kitaptı. Bilinç akışı tekniğiyle iyi anlaşabilmem zaten oldukça zaman aldı. Virginia Woolf  okuduktan sonra belki Ses ve Öfke'nin de zamanı gelmiştir dedim. Zor okunacak bir roman olduğunu bilerek başladım. Biraz daha rahat okumak için önceden araştırma yapmak iyi olur. En azından kitabın 4 bölüme ayrıldığı ve bu bölümlerden ilkinin, ailenin zihinsel engelli üyesi Benjy' nin hissettikleri ve kavrayabildikleri olduğunu bilmek işe yarayabilir.  En zor bölüm ilki çünkü. Elli sayfa sonra vazgeç sinyalleri yolluyor beyin. Anlaşılamayan bir hikaye, çözülemeyen karakterler, çok anlamsız görünen bir çaba var. B1 düzeyinde bilinen yabancı bir dilde okuma yapmak gibi. Kelimeler tanıdık ama bir bütün olarak bir şey ifade etmiyor. Kitap sondan başa yazılmış. Benjy'nin ağzından olan  ilk bölümde tüm hikayenin karmakarışık da olsa daha en başında  bize anlatıldığını kitap bittiğinde anlıyoruz. Sayıklama gibi

Deniz Feneri - Virginia Woolf

Resim
Virginia Woolf okuma denemelerime lisede başlamıştım. İlk yirmi sayfadan sonra yapamayıp bırakıyordum. ''Bilinçakışı tekniği'' nin bana uygun olmayan bir yazım biçimi olduğuna karar veriyordum her seferinde. Simone de Beauvoir hayranlığım artmaya başlayınca, bir sonraki okunacak yazar araştırmalarımda yeniden Woolf çıktı karşıma. Kitapçı raflarında hüzünle ve eksiksiz bekleyen Woolf eserleri beni üzüyordu. Beauvoir'ı kendi dilinden okuyup anlamanın verdiği cesaretle Woolf'un da üstesinden gelirim bu defa deyip Deniz Feneri kitabını aldım. İlk yirmi sayfa yine çetin geçti. Tüm kalıplarımı yıkmaya çalıştım. Kitabın zorluğu; karakterilerin fazlalığından ve hepsinin en küçük ayrıntısına kadar hissettiği- düşündüğü her şeyin, bir karakterden diğerine hangi ara geçildiğini anlamadan bize aktarılmasından kaynaklanıyor. Bilinç akışı tekniği tam da bu demek. Gerçek hayatta elde edemeyeceğimiz bir güç veriliyor bize ansızın. Sokakta kafamızdaki düşüncelerle yürürken