Kayıtlar

Kasım, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

'Markete kim gidecek oyunu'- Yalnız Yaşamak

Yalnız yaşamanın milyon tane güzel yanı var. İstediğin kadar dağınık olabilirsin, keyfin gelince temizlik yapar birlikte yaşadığın insanın sana yüklediği dolaylı sorumluluklardan uzaklaşırsın. Faturaları ödeyelim artık diye baskı yapan, yemek yeme alışkanlığına , uyku saatlerine  karışan biri yoktur. Bunlar başta rahatlatsa da zamanla birinin eksikliğini hissetmeye başlarsın.  Mesela bugün. Çok geç uyandım, hava soğuk, karnım acıkacak birazdan. Evden çıkmak istemiyorum. Yağmur da yağacak gibi, fazla bir hüzün var dışarıda. Kendimi bu depresif  havadan korumam lazım. Böyle zamanlarda imdadıma 'markete kim gidecek oyunu' yetişirdi. Farklı zamanlarda farklı kişilerle oynadım ama kurallar aynı. Son ana kadar pes etmeyerek argümanların en saçma hale gelinceye kadar iknaya çalışacaksın. Kazanan hiç belli olmaz. Tamamen kişilerin o günkü direnebilme kapasitesine bağlı. Çok ciddi başlıyor her şey:   Ben,  yataktan çıkamama nedenlerimi sıralıyorum :  moralim bozuk, ener

la vie d'Adele

Resim
Filmin Rennes'deki son gösteriminden çıkar çıkmaz hissettiklerim, beni derinden sarsan o duygu dağılıp gitmeden hemen yazmak istedim. Film öyle alt üst etti ki eve dönmek için otobüse binmeyi unutup 40 dakika yürüdüm, hangi yolda olduğumu bir an bile fark etmeden. Aklım hem Emma'da hem Adele'deydi.  Gitmeden önce konuştuğum insanlar ve okuduklarım içinde ' üç saat çok uzun, sevişme sahneleri rahatsız edecek derecede uzatılmış, bak çizgi romanın sahibi,filmin ilham kaynağı Julie Maroh  bile  izledikten sonra porno gibi olmuş'' vs diyordu. Ama filmde başıma çok başka şeyler geldi. Önce liseye giden Adele , kadınlardan hoşlandığını fark edip varoluşuna aykırı bularak ( Film gereği Sartre'a her fırsatta biraz dokunuyoruz) dehşet içinde ağladı. Yatağın altına sakladığı çikolata dolu kutuya uzandı. O, ne yapacağını bilemez halde yatağında çikolata yiyip ağlarken ben de çaresizliğe kapıldım, canım yandı, gözlerim doldu biraz.. Sonra istemeden, lezbiyen ol

Başbakan bize kafayı taktı, o ne olacak ?

Bugün yandaş medyanın köşelerinden başbakanın 'kızlı-erkekli ev' meselesine ne demişler bir bakayım dedim. Sabah'a, Yeni Şafak'a, Habertürk'e hızlıca bir göz attım. Pekçoğu mecburen de olsa 'böyle bir yasal düzenleme mümkün değil, İnsan Haklarına aykırı, hem düzenlemeyi yapmak istesen nasıl yapacaksın' gibi akla uygun laflar etmiş. Bir yandan da 'muhafazakar- demokrat' bir parti liderinin bu konuda kaygılanması normal diyerek böyle bir sorun varsa yurt yapılarak çözülsün demişler. Hatta Habertürk'te Yavuz Semerci tartışmadan iyi bir sonuç çıkacağını düşünüyor. Markar Esayan, Sevilay Yükselir gibi başbakan ne derse anında  kılıfı uydurmaya çalışanlar da  'meselenin üzerinde fazla durmamamız gerektiğini, böyle bir müdahalenin hukuki boyutu olamayacağını' öğütlüyorlar bizlere. Tamam o zaman  meseleye çok kafayı takmayalım, nasıl olsa bir şey olmaz, hukuki düzenleme falan mümkün değil. Bunları ortaya atan da mahallemizin muhtarı zaten! Ka

Salmon fishing in the Yemen

Resim
Uzun zamandır bu filmi izlemek istiyordum. Kardeşim defalarca izleyelim demişti ama hiç fırsat bulamamıştık. Dün gece birden karşıma çıktı, hemen izledim. Önceleri somon balığıyla alakalı zannettiğim için sıkılırım diyordum. Şöyle bir baktım film hakkındaki yorumlara, güzel bir 'romantik komedi' demişler. Bir de ewan mcgregor'u görünce artık izlememek olmazdı. Film bir Yemen şeyhinin ülkesinin uygun olmayan iklimini zorlayarak somon balığı yetiştirme , kalıcı tesisler kurma isteğiyle bir İngiliz firmasında çalışan Harriet' ten ( Emily Blunt) ve onun da konuda uzman dr. Alfred' ten ( Ewan Mcgregor) yardım istemesiyle başlıyor. Emily Blunt zaten çok güzel bir kadın, ekstra bir çaba sarf etmesine gerek kalmamış. Ewan Mcgregor da benim için hep  Starwars'un Obi- Wan Kenobi'si  . Ama bu filmde alışageldiğimiz o yakışıklılığı ve karizması saklanmış. Daha saf, içten, gösterişsiz ve  tatlı bir bilim adamı rolünde. Beni tek rahatsız eden kısım zorlama gelen üçlü a