Kayıtlar

2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kaldırımdaki yatak

Resim
Geniş kaldırımın ortasında duruyor yatak. Çift kişilik yüzeyine ,birleştirdiği bedenlerin izleri yayılmış. Sevişmiş, ağlamış, uykuya dalmışlar.. Temas ettiği tenlerle beyazlığını yitirmiş. Artık herhangi bir mağazadaki herhangi bir yatak değil. Ona dokunanlara ait olmuş. O yüzden gündüz vakti kaldırıma bırakılmış olmanın hüznü var yüzünde. Ayrılığa giden şiddetli bir kavganın son hamlesi olarak sokağa atıldı bu sabah. Bir zamanlar birbirine tutkuyla dokunduğuna inanmakta zorlanacağımız kadınla erkeğin acımasız tartışmalarının kurbanı oldu. Adamı evden kovan kadın , onun tüm eşyalarını toparlamasıyla yetinmeyip dört koca yıl geçirdikleri yatağı da birkaç komşunun yardımıyla sokağa attı. Yatağı fazla ağır, fikri de saçma bulan komşular apartman kapısından zorla çıkardıkları yatağı kaldırımın ortasına bırakıp gittiler. Sabah on'dan beri orada duruyor. Geçen saatler bu garip görüntünün olağan kabul edilmesine sebep oldu neredeyse. Insanlar kafasını çevirip bakmadan gelip geçti

bir garip staj görüşmesi

Son aylarda alışık olduğumun dışında bir hayat yaşadığım için çok fotoğraf çekmeye , benim için yeni olan her şeyi herkesle paylaşmaya başladım.  Yeni ve alışılmışın dışındakiler kategorisine biri daha eklendi bugün. İlk defa yabancı bir ülkede staj görüşmesine katıldım. Uzun uzun anlatacak değilim de can alıcı noktaları söyleyip küçük bir kıyaslama yapmadan edemeyeceğim. İlk defa bir görüşmede  bu kadar rahattım çünkü karşımdaki kadın yaptığım işlerin ve stajların hepsi Türkiye'de olduğu için ,sorgulayabilecek durumda değildi. İstediğim her şeyi anlatabilirim diye düşünüyordum neredeyse. Ama olaylar öyle bir gelişti ki,  bir an bana hiç konuşma sırası gelmeyecek zannettim. İleride patronum olacak Dominique yarım saat boyunca işin her boyutunu anlattı. Başlarda hem kafa sallayıp hem dinliyordum ki 10 dakika geçince  dinlemeden de kafamı sallayabileceğimi fark ettim. Nasıl olsa bana soru sormuyor, belki yakın bir gelecekte de sormayacak diye düşünmeye başladım. Yuvarlak bembeyaz

'Markete kim gidecek oyunu'- Yalnız Yaşamak

Yalnız yaşamanın milyon tane güzel yanı var. İstediğin kadar dağınık olabilirsin, keyfin gelince temizlik yapar birlikte yaşadığın insanın sana yüklediği dolaylı sorumluluklardan uzaklaşırsın. Faturaları ödeyelim artık diye baskı yapan, yemek yeme alışkanlığına , uyku saatlerine  karışan biri yoktur. Bunlar başta rahatlatsa da zamanla birinin eksikliğini hissetmeye başlarsın.  Mesela bugün. Çok geç uyandım, hava soğuk, karnım acıkacak birazdan. Evden çıkmak istemiyorum. Yağmur da yağacak gibi, fazla bir hüzün var dışarıda. Kendimi bu depresif  havadan korumam lazım. Böyle zamanlarda imdadıma 'markete kim gidecek oyunu' yetişirdi. Farklı zamanlarda farklı kişilerle oynadım ama kurallar aynı. Son ana kadar pes etmeyerek argümanların en saçma hale gelinceye kadar iknaya çalışacaksın. Kazanan hiç belli olmaz. Tamamen kişilerin o günkü direnebilme kapasitesine bağlı. Çok ciddi başlıyor her şey:   Ben,  yataktan çıkamama nedenlerimi sıralıyorum :  moralim bozuk, ener

la vie d'Adele

Resim
Filmin Rennes'deki son gösteriminden çıkar çıkmaz hissettiklerim, beni derinden sarsan o duygu dağılıp gitmeden hemen yazmak istedim. Film öyle alt üst etti ki eve dönmek için otobüse binmeyi unutup 40 dakika yürüdüm, hangi yolda olduğumu bir an bile fark etmeden. Aklım hem Emma'da hem Adele'deydi.  Gitmeden önce konuştuğum insanlar ve okuduklarım içinde ' üç saat çok uzun, sevişme sahneleri rahatsız edecek derecede uzatılmış, bak çizgi romanın sahibi,filmin ilham kaynağı Julie Maroh  bile  izledikten sonra porno gibi olmuş'' vs diyordu. Ama filmde başıma çok başka şeyler geldi. Önce liseye giden Adele , kadınlardan hoşlandığını fark edip varoluşuna aykırı bularak ( Film gereği Sartre'a her fırsatta biraz dokunuyoruz) dehşet içinde ağladı. Yatağın altına sakladığı çikolata dolu kutuya uzandı. O, ne yapacağını bilemez halde yatağında çikolata yiyip ağlarken ben de çaresizliğe kapıldım, canım yandı, gözlerim doldu biraz.. Sonra istemeden, lezbiyen ol

Başbakan bize kafayı taktı, o ne olacak ?

Bugün yandaş medyanın köşelerinden başbakanın 'kızlı-erkekli ev' meselesine ne demişler bir bakayım dedim. Sabah'a, Yeni Şafak'a, Habertürk'e hızlıca bir göz attım. Pekçoğu mecburen de olsa 'böyle bir yasal düzenleme mümkün değil, İnsan Haklarına aykırı, hem düzenlemeyi yapmak istesen nasıl yapacaksın' gibi akla uygun laflar etmiş. Bir yandan da 'muhafazakar- demokrat' bir parti liderinin bu konuda kaygılanması normal diyerek böyle bir sorun varsa yurt yapılarak çözülsün demişler. Hatta Habertürk'te Yavuz Semerci tartışmadan iyi bir sonuç çıkacağını düşünüyor. Markar Esayan, Sevilay Yükselir gibi başbakan ne derse anında  kılıfı uydurmaya çalışanlar da  'meselenin üzerinde fazla durmamamız gerektiğini, böyle bir müdahalenin hukuki boyutu olamayacağını' öğütlüyorlar bizlere. Tamam o zaman  meseleye çok kafayı takmayalım, nasıl olsa bir şey olmaz, hukuki düzenleme falan mümkün değil. Bunları ortaya atan da mahallemizin muhtarı zaten! Ka

Salmon fishing in the Yemen

Resim
Uzun zamandır bu filmi izlemek istiyordum. Kardeşim defalarca izleyelim demişti ama hiç fırsat bulamamıştık. Dün gece birden karşıma çıktı, hemen izledim. Önceleri somon balığıyla alakalı zannettiğim için sıkılırım diyordum. Şöyle bir baktım film hakkındaki yorumlara, güzel bir 'romantik komedi' demişler. Bir de ewan mcgregor'u görünce artık izlememek olmazdı. Film bir Yemen şeyhinin ülkesinin uygun olmayan iklimini zorlayarak somon balığı yetiştirme , kalıcı tesisler kurma isteğiyle bir İngiliz firmasında çalışan Harriet' ten ( Emily Blunt) ve onun da konuda uzman dr. Alfred' ten ( Ewan Mcgregor) yardım istemesiyle başlıyor. Emily Blunt zaten çok güzel bir kadın, ekstra bir çaba sarf etmesine gerek kalmamış. Ewan Mcgregor da benim için hep  Starwars'un Obi- Wan Kenobi'si  . Ama bu filmde alışageldiğimiz o yakışıklılığı ve karizması saklanmış. Daha saf, içten, gösterişsiz ve  tatlı bir bilim adamı rolünde. Beni tek rahatsız eden kısım zorlama gelen üçlü a

'aileyle bayram' nostaljisi

Sabah erken kalkmayı beceremiyorum. Annem en az üç kere yanıma gelip ‘kızım kahvaltı hazır hadi’ demek zorunda kalıyor. Gözümü açar açmaz kahvaltı yapmayı hiç sevmem, daha bir şeyler yemeğe hazır olmaz vücudum. Yine de o masaya oturuyorum. Yediğimiz, içtiğimiz umrumda değil, bu sene de herkes burada diye düşünmek yetiyor. Kimse  uyuyakalmamış, tatile gitmemiş, dönülmeyecek bir yere giden de yok henüz. Zamanla iyi mücadele ediyoruz. Herkes benden güzel bir şeyler giymemi bekliyor. Gittiğimiz yerlerde kıyafetlere göre insanların aylık kazancının mukayesesini yapacağız. Kim daha güzel giyinmiş, kim bir önceki bayramda inanılmaz para harcamıştı ama bu bayram daha sade..Küçükkendi bayram kıyafetlerine heyecanlanışım. Bayram yine kış olacak ve elbise giyemeyeceğim diye sinirlenirdim. Şimdi oyunun kuralı hergün şık olmak. İş mi arıyorsun, şık ol. Biriyle mi tanışacaksın, şık ol. Yeni bir ortama mı giriyorsun, güzel giyin.. İnsana nefes aldırmıyorlar. Bir yırtık pantolon, kazak gezeme

Varlığım Türk varlığına...

Okula başlamadan önce en büyük zevkim mahalledeki koca dut ağaçlarına tırmanmaktı. Düşmekten, yaralanmaktan hiç korkmazdım. Futbolu severdim bir de sert oyun olduğundan, beni de aralarına alsalar diye gezinirdim futbol oynayan çocukların yanında. Bazen ''iyi hadi kaleye geç bari'' derlerdi. 7 yaşına gelmeden en az üç kere parmağım çıktı o yüzden. Okula başlayacağım yaz çok merak ettiğim, salak durumuna düşmemek için kimseye soramadığım bir şey vardı: Her şey iyi hoş da hangi zilde içeri girip hangisinde dersten çıkacağımızı nasıl bileceğiz? Ya ben herkes derse girerken yanlışlıkla dersten çıkarsam. Okul o zamanlar benim için evden duyduğum, sabahtan akşama sokağa yayılan zil sesi demekti. Hiç içeri girip bakmamıştım, neler olup bittiğini bilmiyordum. O yüzden çok fazla ve bir sürü değişik anlamı olan zil çalıyormuş gibi geliyordu. İyi ki kimseye sormamışım, okulun ilk haftası bütün sıkıntım bitti. Hep beraber girip hep beraber çıkıyormuşuz, istesem de bu kuralı bo

Bir monaco'nun 40 yıl hatırı vardır

Resim
Bu gece haddinden fazla romantikleşip , tek bir kişiye, hayatın bize yaptığı güzellikleri ikimiz de unutmayalım diye yazacağım.. Bunu da ben yapmayayım da  kim yapsın.. Sınıf arkadaşı olarak başlayıp, yakın arkadaş çevresi dediğimiz ucu açık kişiler topluluğuna girmekle tanıdık birbirimizi. Çok aynıyken çok farklıyız zannettik önceleri. Benim hayatıma yabancı bir kavram değil iyice tanıdıktan sonra çok sevmek, sahiplenmek. Biraz tanımayla olmuyor, neye inanır, neden korkar, nasıl mutlu olur detaylarıyla öğreneceksin. Az tanıyınca vazgeçmek kolay, vazgeçilmezler arasına saklamak lazım onu. eylül sonu 2013/ siyah -beyaz bir fotoğrafımız olsa da arkasına dolma kalemle bu tarihi atsak. Sonra bir gün dağılmış dolma kalemden eylül müydü ekim miydi uzun uzun tartışacak kadar bilemesek, eskise o fotoğraf. eylül sonu... Rennes nedenini anlayamadığımız derecede sıcak ve biz senin gelişine yoruyoruz bu yazdan kalma günleri. Gece geldin, çıkalım mı dedim, hayır demezsin ki ... Saint Anne,
Resim
ekim geliyor, şimdiden hüzünlenmeye başlayalım.

Rennes -şehirleri sevmek önemli 1

Burada hayat ilk günlerde çok hızlı ve telaşlıydı. Önümde olup bitecekleri düşünmekten , karşıma çıkan sorunları halletmeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyordum. Kalacak yerimi ayarladığım gün  şehir merkezinde yaza özel hazırlanmış şezlonglara uzandım yarım saat . İnsanlar güneşleniyordu. Onlara bakmak bile huzur verdi.Yüzleri dertsiz tasasızdı; telaşlanmak, koşmak, geç kalmak, hayal kırıklığına uğramak nedir bilmez gibi. Kafalarını kurcalayan tek şey birazdan alacakları dondurmanın neli olacağı. En azından yanımda oturan çift dakikalarca bunu tartıştı. Bu kadar huzurlu yüzü bir arada görmek İstanbul’dan gelen birine fazla. Onlar gibi olmaya çalıştım yine de. Rölantiye aldım biraz, öyle derler ya . İlk defa o zaman etrafımı, eski binaları, geniş meydanları, insanları görebildim. Şehir bankalardan, yurtlardan, sekreterliklerden ibaret değilmiş. İlk defa o anda sevdim Rennes’i. Şehirleri sevmek önemli. Yanında çok huzurlu olamadığın biriyle uzun bir yolda yürümek gibi bazı şehirl

''Bırakıp gitmek var şimdi seni yarim''

Resim
Bir dili öğrendim zannettiğinde hiçbir zaman tam olarak öğrenmiş olmuyorsun. Diller içinde kendi kültürünün hüznünü ve neşesini taşıyor çünkü. Senin dilinin güzelliğini anlayamayan birine nasıl aşık olursun. 'Çemberimde gül oya' dinleyip hüzünlenemeyecek , Kazım Koyuncu'yu anlatamayacaksın mesela. Nazım Hikmet okuyup içi sevinçle nasıl dolacak bu toprakların hikayesini bilmeden. Bizde mazluma dokunmak en büyük günahtır, yer sofralarında yüreği tertemiz insanlar ekmeklerini bölüşür. Şaşıracaksın ama tanımadan bilmeden seni de buyur ederler. Sen karşılığında ne vermem gerekir diye telaşlanırsın belki, söz ettirmezler sana. Tanrı misafirisin. Daha önce hiç tanrı misafiri oldun mu? Ezanlar var bir de, yüksek minarelerden sokaklara dökülen. Bir tek onlar kalabalığın karmaşasına birkaç dakika hükmedebiliyor. Sonra yine alışık olduğumuz korna sesleri. Ben en çok sabah ezanını severim pek çokları gibi. O sanki beş kardeşin en bilgesidir de günün doğmasına yardımcı olur. Bir çı

yerçekimli karanfil

Bu gece dolunay vardı Edip Cansever koştu geldi Yerçekimli Karanfil Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde   Oysaki seninle güzel olmak var   Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi   Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda   Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.   Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte   Sen de bir başkasına  veriyorsun daha güzel   O başkası yok mu bir yanındakine veriyor   Derken karanfil elden ele.   Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle   Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil   Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk   Birleşiyoruz sessizce.

Şüpheli kişiler

bu gece beşiktaşta yaşadığım bir olayı anlatacağım ki benzer durumda kalanlar dikkatli olsun. Bir arkadaşımla beraber çarşının içinde ayıptır söylemesi tantuni-ayran almıştık, yüksek bir kaldırıma oturmuştuk. Sokak slogan atan, formalarıyla dolaşan gençlerle doluydu. Hatta bir sürü turist de vardı. Herkes kaldırımın kenarına oturmuş bir şeyler yiyip içiyordu. Oturduğum yerin biraz ötesinde sol tarafımda gömleği kanlanmış, bira-sigara eşliğinde kendi kendine türkü söyleyen bir adam vardı. Siz de eylemci misiniz? diye seslendi bize doğru. Duydum ama konuşmak istemediğim için cevap vermedim. Birkaç  dakika sonra tekrar daha yüksek sesle 'burada ne yapıyorsunuz eyleme mi geldiniz dedi?' Sorgulayan halinden şüphelendiğim için 'öyle geldik işte beşiktaşa' diyerek geçiştirmeye çalıştım. Taksimde bıçaklı birinin gruplarına girdiğini bir sürü para bir de telefonunu kaybettiğini yaralandığını söyledi. Gömleğindeki kanı gösterdi. Açıkçası yaralanmış gibi bir hali yoktu. Gömleğ

Benim gözümden gezi parkı direnişi.

28 Mayıs'ta Gezi Parkı'nın yıkılıp yerine topçu kışlasının yapılmasını istemeyen bir kesimin orayı korumak için kamp kurması ve bu güzel insanlara polisin sabaha karşı bir operasyonla, acımasız şekilde saldırmasıyla başladı her şey. O gece ve onu takip eden günlerde medya yoktu. Türkiye'de bağımsız bir medyanın olmadığını, siyasi iktidara muhalif olan insanların teker teker işlerinden kovulmasıyla zaten biliyorduk. Ntv, CNN gibi az da olsa güvenimizin olduğu,'haber kanalı' dediklerimizin içlerinde sadece ılımlıları, AKP iktidarıyla zıtlaşmayan insanları barındırdıklarını da biliyorduk. Yine de İstanbul'da eylemciler ile polisin çatıştığı günlerde medyanın bizi aptal yerine koyarcasına penguen belgeseli, yemek programı, polis dizisi yayınlaması öfkemizi perçinledi. Şu an hala sokaklarda olan, gezi parkına giden, ya da diğer şehirlerde şehrin merkezine çadır kuran insanların  söylemek istediği tam da bu zaten: '' Biz aptal değiliz, sizin tahakkümünüz al

Bukowski Bukowski dedikleri

Burada  epey uzun yaşamış, sayısız kadınla birlikte olduğunu varsaydığımız Bukowski'nin kadınlar kitabının özetini yazıyorum. Bunu okuduktan sonra bir daha Bukowski okumanıza gerek yok bence. Tabi bazıları için bir ilah kendisi. Onlar uzun uzun tüm şiirlerini ve kitaplarını okusun Hiç bilmeyenler için; adam sabah akşam içiyor, bol bol sevişiyor ve sonra çalakalem yazıyor Here we go: Şu boktan toplantılardan ne anlıyorsunuz bilmiyorum. Herkes birbirini tavlamaya, biriyle yatmaya çalışacak birazdan. Bak işte Lidya da orada, erkeklere kur yapıyor. Birazdan elimdeki şişe bitecek, biraz da bira içerim,eve dönmeden.. Bugün sevişebilecek miyim bilmiyorum. Bu kadınların benimle ne işi var anlamıyorum. Yaşlı , çirkin , ...nı bile kaldıramayan bir herifle ne yapıyorlar. Geçen bana bir kız mektup yazmış 22 yaşındaymış, kitaplarımı okumuş, hayranmış.Fotoğrafı çok güzel. Onu buraya çağırdım fotoğraftaki gibi güzelse bari. Akıllı kadınlardan hoşlanmıyorum, eğitimlilerden. Bu eğitimli gibi. Am

24 yaş- büyümek

14-15 yaşlarındayken tuttuğum günlüklerin ana teması, zevklerimin, beğenilerimin, okuduğum kitapların değişmesiydi. Israrla ve ısrarla artık büyüdüm deyip büyüdüğümü kanıtlamaya çalışıyordum kendime. Büyüyorsun elbette. Her yeni yıl yeni yaşanmışlıklar katıyor. Artık nerede nasıl duracağını daha bir kestirebiliyorsun. Kendini tanımaya, bu yeni kişiye alışmaya, güvenmeye çalışıyorsun. Ama 20 li yaşlara kadar akıl sır erdiremiyorsun onun yaptıklarına. Bazen fevri kararlar verip kendini ateşlere atıyor. Bazen demir gibi sağlam,  yıkılmaz duruyor küçük ellerine, narin vücuduna rağmen. Şaşırtıyor seni. Diyorsun ki bu kıza bir şey olmaz,  kolay kolay üzülmez.. Sonra ansızın mevsim değişiyor baharı yaşayamadan dolulara yakalanıyorsun. En sağlam sandığın yer, kalbin, savunmasız kalıyor mevsim değişikliğine. O zaman anlıyosun kırılmaz zannettiğinin dolunun altında sağlam duramadığını..Hemen o an fark ediyorsun: aklına-mantığına güven, o seni yanıltmayacak;ama kalbine çok güvenme . Çünkü o se

'onun gibi'

En çok sıkıntıya düştüğümüz konu, hayatımıza giren yeni insanların artık hayatımızda olmayanlardan farklı kişiler olduğunu kabullenememe durumu. Kafamızda dönüp duran bir kıyaslama hali. Yaşanıp bitmiş ilişkilerin bence en kötü yanlarından biri bize gelecekte kıyaslama yapmak üzere malzeme bırakmaları; onun gülüşü, onun kokusu, onun sarılışı, onun düşünceliliği, onun sevdiği şarkılar, onun asla kullanmayacağı kelimeler gibi... Yeni gelene aşık olun ya da olmayın hemen beyniniz kıyaslamalara başlıyor. Sizin çok duymaya alışık olmadığınız bir küfür mü etti, içinizdeki ses 'o hiç böyle bir şey söylemezdi' diyor. Ya da  sizin zevk aldığınız bir filmi: ''beni çocuk filmine mi getirdin'' diye acımasızca eleştirdiğinde yuh diyorsunuz içinizden '' o olsa kesin beğenirdi''. Yeni sevgili adayınız zırt pırt telefon etmekten hoşlanıyor mesela, siz de dakika başı haber başlıklarını geçmeyi sevmiyorsunuz 'o beni bu kadar bunaltmazdı' diyorsunuz. Kı

saf erkek, kurnaz kadın

Resim
Bu zamana kadar ilişkilere hep kadınların tarafından baktım. Buradan erkeklere tavsiyeler verdim. Şimdi adil davranmanın zamanı geldi. Erkeklerin kadınları aptal yerine koyup aldatan, saman altından su yürüten türleri olduğu gibi, kadınların da türlü türlü kurnazlıkla erkeklerin saflığından-iyi niyetinden faydalananları var. Bunu bir başka kadın hemen fark ediyor ama bir erkeğin anlaması bazen yıllar alıyor. Bu konu nereden aklıma geldi önce onu anlatayım. İstanbul bağımsız filmler festivalinde Nobody Walks isimli bir amerikan filminden çıkar çıkmaz bu tip kadınlardan neden hiç hoşlanmadığımı anladım. Filmde 20li yaşlarındaki Martin isimli kızımız, uzaktan akrabası psikolog bir kadının yakışıklı kocası ve 2 küçük çocuğuyla beraber yaşadığı eve misafir olarak geliyor. Kadının kocası Peter'la  beraber kısa bir filmin seslendirmesi için çalışıyorlar. Aile süper yardımsever. Psikolog kadın Martin'e çok iyi davranıyor. Kızın kocasıyla yaşadığı bu iş yakınlığını hiç abartmıyor gaye

''Aşkın Cep Defteri''

Murathan Mungan'ın bu kitabını bir kafenin kitaplığında gördüm. Kısa hikayelerle ve aforizmalarla dolu: aşk ve hayat üzerine. Her cümlesinde ya gülümsedim ya da içim burkuldu. Bazı insanların derisi ince. Hepimizin yaşadıklarını onlar kelimeler diyarından cımbızla seçtikleri 'haklı' kelimelerle anlatıyorlar. O yüzden çok tanıdık, çok bizden. Bunlar Murathan Mungan'ın aforizmalarından en beğendiklerim: Aşk demek, belki bu sefer olur, demek ''Tek istediğim her şeyin eskisi gibi olması''. Eğer bu cümleyi kuracak yere gelmişseniz zaten hiçbir şey eskisi gibi olmaz. “ Gereğinden fazlasını söylemek korkusu aşıkların çoğunu dilsizleştirir. Hiçbir şey söylememeye saklanırlar. Karşıdaki sorar: -Ne düşünüyorsun? -Hiç. -Hiç konuşmuyorsun? -Ne söyleyeyim? -Bilmem -Bir çay daha? -Olur. Aşk saklanır. ” “ Aşka susamış insanlar, dişlerini ilk buldukları kişide bilemeye başlar. İki tarafın da dikkatli olması gerekir. Gecikmede birikenler. Telaşın hızı. Erke

kadınları mutlu etmenin yolları

Çok tartışılan bu konuya ben de bir el atmak istiyorum artık. Herkes uzun uzun kitap yazıyor kadınları anlama kılavuzu falan. Ben şimdi size çok pratik birkaç madde ile olayı çözeceğim. ( yalnız nevrotik, saplantılı  ve intikamcı  kadınlardan bahsetmiyorum onların ne istediğini kimse çözemedi henüz.Muhtemelen siz de ağzınızla kuş tutsanız mutlu edemezsiniz.) Madde madde gidelim sıkıcı olmasın. Önem sırasına göre değil aklıma gelme  durumuna göre: 1) güzel olduğunu hissettirin, arada bir söyleyin.  Çok önemli bir madde. Sevgiliniz çok güzel olmayabilir, ama sizin için en güzelinin o olması lazım. Bunu da bilmesi lazım. Bilmezse garip garip kıskançlıklar yapabilir. Ortama güzel kadın geldiğinde sinir olur fark etmezsiniz. İçten içe kurulur yani. Sonra nerede patlayacağı belli olmaz. Direk söyleme olayını da fazla abartmayın hem inandırıcılığı kalmaz hem de çok güzel olduğunu düşünmeye başlar sizi beğenmez falan. Götü kalkar işte anladınız. 2) Başka kadınlarla kıyaslamayın. (özellik
Resim
Aslında olay bu kadar basitti. Bunu anlayamadık, hep ondan yitirdik.

'Brasserie' lerimiz , 'Patisserie' lerimiz

Resim
her köşe başında brasserie ve patisserie lere rastladığımız ve bunların Anadolu şehirlerini de sarmaya başladığı son yıllarda bu durum aslında hayatımızı ne kadar zorlaştırıyor birazdan gözler önüne sereceğim. Öncelikle bu güzel, sofistike kelimelerden beklemeyeceğimiz bir hamle;   patisserie pastane, brasserie de birahane demek, bu gerçekle yüzleşip yolumuza devam edelim. 'Dandik fırına bile patisserie yazmışlar' diye önünden geçerken alay ettiğimiz yerlerle dolmaya başladı sokaklar. Girip bir simit, bir çikolatalı kek alacaksın mesela, ''patisserie''nin kapısından giriyorsun ya  bir kasılıyorsun. Basbaya kek duruyor orda, kek deyince vermiyorlar  da '' muffin '' mi diye soruyorlar. Başka keke benzeyen bir şey de yok halbuki. Fiyatlar tabi ki gereksiz pahalı. Aldığın 'muffin'in değil patisserie'nin parasını ödüyorsun aslında. Mahallenin pastanesinde 1 liralık şey patisserie de 4 lira. Tamam daha lezzetlidir, malzemesi iyid