''Bırakıp gitmek var şimdi seni yarim''

Bir dili öğrendim zannettiğinde hiçbir zaman tam olarak öğrenmiş olmuyorsun. Diller içinde kendi kültürünün hüznünü ve neşesini taşıyor çünkü. Senin dilinin güzelliğini anlayamayan birine nasıl aşık olursun. 'Çemberimde gül oya' dinleyip hüzünlenemeyecek , Kazım Koyuncu'yu anlatamayacaksın mesela. Nazım Hikmet okuyup içi sevinçle nasıl dolacak bu toprakların hikayesini bilmeden.

Bizde mazluma dokunmak en büyük günahtır, yer sofralarında yüreği tertemiz insanlar ekmeklerini bölüşür. Şaşıracaksın ama tanımadan bilmeden seni de buyur ederler. Sen karşılığında ne vermem gerekir diye telaşlanırsın belki, söz ettirmezler sana. Tanrı misafirisin. Daha önce hiç tanrı misafiri oldun mu?

Ezanlar var bir de, yüksek minarelerden sokaklara dökülen. Bir tek onlar kalabalığın karmaşasına birkaç dakika hükmedebiliyor. Sonra yine alışık olduğumuz korna sesleri. Ben en çok sabah ezanını severim pek çokları gibi. O sanki beş kardeşin en bilgesidir de günün doğmasına yardımcı olur. Bir çırpıda karanlıktan günün ağarmakta nazlandığı yarı aydınlığa geçersin. Pencereden soğuk bir rüzgar eser. İstersen Allaha inanma, sabah ezanıyla hüzünlenmeyen yoktur. Küçükken sabaha karşı  istemeden uyanırdım (o saatlerde uyanmışsan yalnız kalırsın dünyada. Hem çocuk hem de yalnız olmaktan daha kötü bir şey yoktur) Duyduğum çarçabuk ezanla birinin daha  uyanık olduğunu anlardım  Sanki hocanın çok uykusu varmış da sıcacık yatağına bir an önce koşabilmek için acele ediyor gibi gelirdi.Saygı duyar hem de korkardım ondan. Sana  hiç herhangi bir sabah böyle hüzünlü, böyle dost geldi mi?

Birsen Tezer diyor ya ''Bırakıp gitmek var şimdi seni yarim/ Dört yan ezan, vapur, boğaz..''. Tanısan sen de bırakıp gidemezdin. İstanbul şairlerinin hatırası var şimdi aceleyle geçtiğimiz sokaklarda. En çok Sait Faik'i severim ben, Adalı deyince ilk o gelir aklıma; babammış, abimmiş, hiç tanışmayacağım sevgilimmiş gibi severim. Onun iki sayfada anlattıklarını ben her adımda hatırlarım. Bir öyküsünde Kınalı'dan geçip gittiğini nedense hiç inmediğini söylemişti. Ondan sonra ben de Kınalı'ya gidemedim. Dersen ki ne saçma,öyle bir şey işte. Yahya Kemal de ''sana dün bir tepeden baktım İstanbul'' der; sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Belki sen de her sabah martılara simit atarsan vapurdan, bilmem o zaman görebilir misin burayı benim gördüğüm gibi?
Aşkın her türlüsü böyle. İstanbul gibi, bir şehri dinlemek, duyarak anlamak gibi. Anladıkça bağlanıyorsun görünmez iplerle. Başkaları alışkanlık diyor, bırakırsın, unutursun diyor çoğu zaman. İp görünmez ya, onun  azizliği. Sen biliyorsun ama olmayacağını. Yok, kopacak gibi değil.
Birine 'Gözlerin İstanbul' demek isterdim, hiç demedim. Anlamazlar diye korktum.
Bu ip bizi bırakmayacak da  her seferinde daha aşık döneceğiz senin koynuna sanki. Her defasında belki bu kez anlar umuduyla bir laf etmek gelecek içimden gözlerine.  Son kez sorayım  hadi tam şimdi martılarla sabah ezanına yaklaşırken : Sana hiç biri 'gözlerin İstanbul' dedi mi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf