Konu: Yıldızlara içmek hk. ACİLLL !!
Gün içinde yedi yüz otuz altı mail aldığını biliyorum. Bunu çorba ile tatlı arasında öyle çok söyledin ki sana mail atan ve yazdıklarını asla anlamayan aptallardan hepimiz nefret etmeye başladık. Ne yazık ki mektup yazmayı dokuz yaşında, ‘’can you fill me’’ olayından sonra kırık bir kalple bıraktım. Mektup arkadaşıyla İngilizce öğrenmeye çalışmak kötü fikirdi, Avrupa’ya açılabilecekken, bir ay boyunca bulutları aşıp gelemeyen, ‘’demek istediğini anlamadım’’ cevabı neden sonra yıldırım gibi mutfak masamıza, elektrik faturasının yanına düştü. Mektup çağının sonunu işte bu gibi olaylar hızlandırdı. Başlığa duyduğun nefret yüzünden, dik bakışlarının yok edici gücüyle ekranın parçalandığını hayal etme, günü kurtarsın diye sana verecekleri bir bilgisayar, elbet bilgi işlem ofisinin kuytu köşesinde saklanıyordur. Senden en kısa sürede ‘’mailiniz spam’e düşmüş’’le başlayan bir cevap bekliyorum.
Burada
tek katlı ahşap evde, odamı Yunan bir kızla paylaşıyorum, adı Helen- evet ben
de klişe buldum-. Bağlamazaki dediği el kadar bir müzik aleti çalıp etrafta
dans etmeye bayılıyor. Popüler kültür dersinde gördüğümüz Rembetikoculara
benziyor. Henüz yirmi üçünde, mimarlık okumuş, taze mezun. Ona, asla işe
başlamamasını söyledim. Niyetim olsa burada ne işim var, dedi. Bizden akıllı
bir kız. Atina’da dedesinin ev yemekleri yapan restoranı varmış, gelmeden önce
garsonluk yapıp küçük seyahatlerinin ve erkek gibi içtiği –aynen böyle dedi-
uzonun parasını çıkarıyormuş. Biraz cinsiyetçi olduğunu düşündüm. Burada da
insanları bilgimin keskin sınırları dâhilinde bir sınıfa sokma çabasındayım.
Atinalı ve müzik aleti çalan bir kız Rembetikocu olmak zorunda tabii ki! İkimizi
kültürel yakınlık, bilhassa yoğurt yüzünden aynı odaya koyduklarını
düşünüyorum. Yoğurdun tamamen doğal bu başarısını anneannem görse, nemli
gözlerini kurulayıp ‘’biz yapalım elin oğlu yesin ’’ derdi.
Derneğin sandığımızdan da küçük bir binası
var. İşleri, proje müdürü ve üniversite öğrencisi asistanı yürütüyor. Birkaç ay
boyunca yaşlılara Fransızca kitap okuyacağız, huzurevinde çalışmayacağımı
anlayınca rahatladım. Yine dört duvar içinde, dakikaların su gibi aktığı bir
saatlik öğle arası ve pencereye kafamı dayayıp üzerinde uzanma hayalleri
kurduğum çimenlere bakarak yapamazdım.
Akşamüzeri bana verdikleri bisikletle köyü
turluyorum, kasabalılar PMU dedikleri kafe-barda espresso içip at yarışı oynuyor,
çoğu erkek. Gidebilecekleri başka açık yer de yok. Pazar akşamları en popüler
etkinlik cümbür cemaat katıldıkları tombala. Her hafta oynanan oyunda aylık
sıralama yapılıyor, Helen bu ayın birincisi oldu. Öyle hırslı oynuyor ki
kasabalılar onun olduğu oyunlardan yakında kaçacaklar. Ne zamandır ilk defa,
yüzüme ılık bir rüzgâr eserken içimden şarkı mırıldanarak, kenarında saksı
bitkileri dizili dar sokaklarda bisiklete bindim.
Bir akşam dernekte hikâye okuduğumuz
yaşlılardan biri bisikletimle geçerken seslendi, yemeğe denk gelmişim. Kanlı
domuz eti vardı. Gözlerimi birkaç saniye yandaki salataya dikerek dedim ki ‘’
sana öğretilenleri unut, bütün doğrulara artık yalnız sen karar vereceksin.’’
Domuzun kendi bokunu yediğini, ne rezil günahkâr bir hayvan olduğunu unuttum.
Yine de tadını beğenmedim. Değişmek için öğretilenleri unutmak yetmiyor,
alışkanlıkları da sıfırlamak gerekecek. Her şeyin iyi pişmişine, karşıma ne
çıkarsa on dakikada silip süpürmeye, sonunda dedem sevinsin diye anlamını bilmediğim
bir duayı tekrarlamaya alışmışken bir anda domuz etine sempati duymayı
beklemiyorum.
Helen’e ortaokulda, Yunanlıları denize
döktüğümüz için çok mutlu olduğumu anlattım. Okul müsameresinde iki bacağımı
tek bacaklık yere sokmaya çalıştığım şalvarımla köylü kadın rolündeyken,
nihayet Yunanlılardan kurtulunca, benim gibi oğlu savaşa katılmış diğer
kadınlara sarıldığımı söyledim. Güldü, bizim tarih kitaplarımız da nefret dolu,
dedi. Ama öyle bir müsamerede oynamamış. Türklerin hepsini bıyıklı kabadayılar
sanıp bir yerde karşılaşırsa onu kaçıracaklarından korkuyormuş- bir klişe daha-.
Burada günler, gün olduğunu hissettirerek
geçiyor. O yüzden- belki konuşmak için erken ama- amacıma ulaştığımı
hissediyorum. Pazar gecesi, satış hedefimi tutturamadığımdan ertesi sabah
boktan geçecek toplantıyı düşünüp uyuyamamak şimdi gözüme akıl dışı görünüyor.
Bilim kurgu türünde, arada bir drama ve komediye kayan bir film senaryosu
olabilir belki. Bu senaryoda akıl sağlığımı kaybettiğime dair bir rapor olmadan
dört yıl hayatta kaldım. Bunlardan Helen’e de bahsettim; bir akşam evin küçük
bahçesinde yıldızlara bakarak uyku tulumlarımızda yatıyorduk. Bizim evden
yıldızlar görünmüyor, kaçırdığım bütün yıldızlı geceleri burada telafi etmek
istiyorum, dedi. Hayatımın demirbaşları ışık hızıyla iç içe girdi, Helen’inkine
benzeyen bir dansla, dokunduğunu yutan dev hortum oldu. Balkonsuz ev, parksız
şehir, penceresi açılmayan ofis, sırt yastığına muhtaç sandalyem, passiflora,
baş ağrılarım, cep telefonumu yavaşlatan mailler, hafta sonu ektiğim sevgilim,
kaldırımda yürürken arkamdan çarpan motorlu kurye, köpekleri zehirleyen
belediye, maaşımın yarısını yiyen kredi kartımla ayrılıp ayrılıp barıştığım evliliğe
gitmeyen ilişkim. Telafi edilecekler
listesi gökteki yıldızlardan çok.
Sen yıldızları seyretmeyi sever miydin,
dedi. Bizim evden de görünmüyordu ki, dedim. Hafta sonu için indirimli
sitelerden taksitle aldığım doğa turlarında bile yıldızlara denk gelemedim;
birinde hava sisliydi, diğerine gideceğim sabahı, tepemdeki naylon poşetten
damlayan suyun damarlarıma dolmasını izleyerek acil serviste geçirdim.
Tulumunun içinden hoplayarak güldü, çok alemsin, dedi. Yani Fransızcada aşağı
yukarı bu anlama gelen bir cümle söyledi.
Ben gelmeden önce derneğin kütüphanesine
Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal’in kitaplarından almışlar, bildiğin hikâyeleri daha
rahat okursun dediler. Helen’le Lyon’a gittiğimiz bir hafta sonu Fnac’ta ‘’Un
homme Inutile’’i gördüm, Sait Faik’i bizzat görmüş gibi çığlık atıp uluslararası
yazarlar bölümünün çevresinde bir tur koştum. Helen soru sormadan, olağanüstü
bir şey olduğunda yaptığı gibi olaya el koydu, kolumdan çekiştirip kasaya
götürdü. Pazartesi, bahçede bağlamazaki eşliğinde Lüzumsuz Adam’ı ilk defa
Fransızca okudum, sonra yaşlılara hangi tonlamayla okursam daha çok
sevdirebileceğimi düşündüm durdum. O sırada Helen menexedes kai zoumpoulia şarkısını
çalıyordu-şarkının adını avucuma yazmıştım- okumaya yanımda onu da götürdüm.
Yirmi kişiden yedisi uyuyakaldı, beşi tuvalete diye çıkıp bir daha dönmedi,
sonunda kırışmış gözlerinde sönmeye yüz tutmuş bir ışıkla bana bakan beş kişi
kaldı. Bittiğinde yazarın fotoğrafını görmek istediklerini söylediler,
köpeğiyle deniz kenarındaki meşhur fotoğrafı internetten bulup gösterdim.
Ayın bitmesine daha yirmi gün var, yalnız
yüz eurom kaldı. Verdikleri paranın üçte ikisi kitaba, sinema biletine ve beyaz
şaraba gitti- üstelik şarap çok ucuz.- Odanın parasını ve yemeği vaat ettikleri
gibi karşılamasalar, uyku tulumumla bir köşede kıvrılır, kalacak bir yer yine
bulurdum.
Geçen kış patronun, satışların azaldığını,
hiçbirimizin hedefini tutturamadığını söylediği günü hatırlıyorsundur. Ağzından
fırlayan tükürükler muhasebecinin koluna damlıyor, adam kendine kimi siper
edeceğini şaşırıyordu. Beni dürtüp, gömleğinin sadece gövde kısmı ütülü
demiştin, karısı yine terk etmiş kolları ütülemeyi becerememiş. Biz kıkırdarken
öğretmen edasıyla, çok mu komik, demişti, bir tebeşir fırlatmadığı kalmıştı. O
gün içimden, evet çok komik size acıyoruz, demiştim. Kimse bilmeden
gerçekleştirdiğim eylemde bile ‘sana’ diyemiyordum. Patron benim için sorgusuz
sualsiz bir ‘siz’ di. Ara sıra, Beyaz Peugeot’suyla derneğin önüne Şumaher gibi
yanaşan, okuma seansından sonra, elli küsur yıldır sakladığı sert içkiden birkaç
yudum almamda ısrar eden emekli albaya, sizin hatırınız için deyip bardağı
kafama dikiyorum. Yıllar boyu sanki böyle bir an için şişeyi saklamış. Kendini müslüman kıza içki içiren kâfir gibi
görmeye bayılıyor. Şimdilik hayatımdaki
tek siz o.
Sonunda çalışkan karınca olmayı bırakıp
hobileriyle ilgilenen, aç kalacaksın diyenlere sırt çeviren cesur ağustos
böceği olabildim. Yine de bazen kendisinden çok ailesi için çalışan karıncayı
düşünüp panik oluyorum. Dönüşümü bekleyen cam ofis, excel tablolar ve ödemeler
öyle anlarda etrafımı kıskıvrak sarıyor. Sonra, bu masalların kendisine
benzememizi isteyen itaatkâr karınca ile sabırlı kaplumbağa tarafından
yazıldığını hatırlıyorum.
Seni ve Faulkner’ın işten dönüşümü taklalar
atarak beklemesini, sabahın yedisinde göğsüme yatıp çenemi ısırarak
uyandırmasını özledim. Düşündüm ve hayatıma dair özleyecek başka bir şey
bulamadım. Onu pis kokulu ağzından öp. Gelişini dört gözle bekliyorum. Geldiğinde
emekli albayın bagajından içki şişesini kaçırır, bizden yıllardır sakladıkları yıldızlara
içeriz.
Şumaher:
formula 1 pilotu olan, hâlâ komada.
Yorumlar
Yorum Gönder