Içedönükler için açık ofisler

Açık ofis kavramıyla tanışmam ilk ne zaman oldu bilmiyorum. Annem devlet dairesinde çalışıyordu, okul sırası gibi dizilmiş masalarda, nizam içinde, gürültüsü, telaşı eksik olmayan büyükçe bir alana onlarca kişi sığmıştı. Bu bilinçli düzen okul hayatımdan aklıma kazınmış olacak, hiç yadırgamıyordum. Arada bir küçük şaşkınlıklar yaşıyordum sadece. Oradan oraya seslenmelerin, daktilo faks gürültüsünün, susmayan telefonun arasında insan nasıl ciddi işler halleder aklım almıyordu. Okulda en azından sessizliği sağlamakla mükellef bir öğretmen vardı, annemin iş yerinin kaosu, susturulamazlığı garip geliyordu. Bir de zaman zaman, işlerin az olduğu dönem, masaaltında sürükleyici roman okuyan kadın sayısında artış olurdu. Onların bu gizli telaşı kalbimi kırardı biraz. İşi yokken başka masalara uğrayıp sohbet edebiliyorsa insan, kendi masasının üzerinde rahat rahat kitap da okuyabilmeli gibi gelirdi bana. Öyle anlarda, büyüyünce böyle bir iş ortamında çalışmayacağım diye düşünürdüm. Bunca telefon sesine, oradan oraya seslenmelere, dört duvarı kapalı kutunun içinde bitmek bilmeyen bir kıpırtı ve telaşa katlanacak gücümün olmadığını hissederdim.
Büyüyünce işler hiç sandığım gibi gitmedi. Annemin iş yerindekinden de stresli, dijitalleşmeyle  uyaran sesi artan açık ofislerde buldum kendimi. Bir işe kulaklık takmadan konsantre olamadığım, oysa o işi en verimli şekilde yapmak için oraya oturtulduğum modern, paylaşımlı ortamlarda, günde en az sekiz saat geçirdim. Sekiz saatimin bir kısmı bilgisayar ekranıma kim bakıyor telaşı, biraz yana itsem belki görünmez heyecanı, ya telefon çalar da kulaklığım yüzünden duyamazsam korkusuyla geçti. Müziğimi kıstığım saatlerde başını kaçırdığım bir aldatma hadisesini, solumda oturan arkadaşımın komşusuyla yaşadığı aylardır çözülemeyen sorunlarını dinledim. Aslında, hiç dinlemek istemediğim çok hikaye dinledim,  ortama uymak kaygısıyla bir o kadar da ben anlattım. İşlerimi yapmak için, ofisin dikkat dağıtan, adeta ete kemiğe bürünmüş haliyle birebir mücadele etmek zorunda kaldım. Bu halim bir süre sonra, masasının altında gizlice kitap okuyan kadınınkinden daha üzücü ve absürd göründü gözüme. 
İş arkadaşlarımın benimkine benzer hassasiyetleri olmadığını anlamam da geç olmadı. Gün içinde benzer uyaranlara maruz kalıyor, yüksek sesli telefon konuşmalarını hep birlikte dinliyorduk. Gün sonunda tek kelime edecek hali kalmadan karanlık odalara kapanmak isteyen yalnız ben oluyordum. Açık ofis uyaranlarının bende yarattığı öfke, stres ve yorgunluk, onlarda ara sıra beliren yorgunluktan çok daha fazlaydı. Bende bir sorun var diye düşündüm. Ya bağışıklığım düşük ya da vitamin takviyesine ihtiyacım var. 
 İçedönük bir insan olduğumu fark etmem ve kabul etmemle birlikte, sorunun bende olmadığını anladım.  Çalışacağım yerin nasıl olması gerektiğiyle ilgili kimse fikrimi sormuyor, nasıl hissettiğimi önemsemiyordu. Bir saksı bitkisi gibi  bana açılan alana oturtuluyordum. Yerini, suyunu sevdi mi diye kaygılanan bile yoktu. Üstüne üstlük solmamam bir de çiçek açmam bekleniyordu.
Susan Cain'in Quiet kitabını okuduktan sonra, iş ortamlarının dizaynı ile ilgili bu durumun, ülke sınırlarını aşan bir sorun olup bütün içedönüklere uzandığını gördüm. Hatta Susan Cain işi bir adım öteye götürüyor, açık ofis yapısının üreticiliği düşürdüğünü, yüksek stres seviyesi ve kan basıncına sebep olduğunu, hafızayı zayıflattığını söylüyordu. 
Sorunun benim vitamin seviyelerimle alakalı olmadığını ve iş hayatında muhtemelen benim gibi onlarca insan olduğunu anladım. Kendi kendine rahatça çalışacağı bir ortamı olmadığından kaç kişinin öfke, kaygı ve yetersizlik hissiyle mücadele ettiğini merak ettim. Bütün bunlar saksı bitkisine sorulan ama bize sorulması atlanan sorulardan kaynaklanıyordu; sen nerede daha rahat çiçek açar, parlar, huzurla büyürsün?
Bu soruları sıkça sordum kendime. Sonra iş hayatındaki başka kadınlara sordum. Bir psikoloğa, insan kaynakları yöneticisine, kendini içedönük olarak tanımlayan başarılı bir kadına sordum. Hepsi, iş ortamım şekillendirilirken benim fikrim alınsın isterdim, dedi. Fikri alınana rastlamadım ancak çalışanlarına sessiz oda, sosyalleşebilecek ve kendi kendine kalabilecek çeşitli alanlar sağlayan iş yerlerinin hikayelerini dinledim. İş hayatının sessiz gücü içedönüklere, bir de çalışma ortamlarıyla ilişkileri üzerinden yaklaşmak istedim. Ortaya güzel hikayeler çıktı.
Bugün, yirmi yıl önce annemin iş yerinde gözlemlediğim  gürültülü kaosun aynısı yok belki. Daktilonun yerini son model bilgisayarlar aldı, kahve makineleri, toplantı odaları modernleşti. Ancak yine aynı soruyu sorabiliriz, bitki bulunduğu ortamda ne kadar serpilip büyüyebilecek? Onun sessiz gücünün sesi olmayı başarabilecek miyiz?

























 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf