Çukurcuma’daki Dalgıç çıkmazı sokağından dönünce hemen aşağıda pembe tabelaya yazılmış Masumiyet kelimesi gözüme
çarpıyor. Bir gülümseme kaplıyor yüzümü. Masumiyet kelimesi insanı gülümsetir
çünkü; ilk aşkını, eski bir mahalle bakkalını,dut ağaçlarına tırmanılan
günleri, komşunun yakışıklı oğlunu hatırlatır.
Vişne çürüğü renginde bu üç katlı
eski apartmanı görür görmez sevdim. Çukurcuma’da olmasından belki; sıra sıra
dizilmiş antikacıların, zorlu yokuşların, o yokuşlara rağmen sokak aralarında
top oynamaya çalışan çocukların varlığı beni, elli altmış yıl öncesinin
kitaplardan tanıdığım İstanbul’una götürdü. Sait Faik’le gezmeyi çok severdim
İstanbul’u; mahalle kahvelerine gider, sokaklarda birtakım insanlarla
karşılaşır, bulduğumuz bir köşeye otururduk. O,yazmasa deli olacakmış gibi
yazardı..Sonra Aylak Adam’la İstanbul sokaklarında başıboş gezmeye alıştım.
Tramvaya bindik, bir kadının peşine takıldık, akşama kadar yürüdük adını
bilmediğimiz caddelerde. Bu İstanbul nostaljisi, Orhan Pamuk’un Masumiyet
Müzesi kitabının 18 yaşındaki güzeller güzeli Füsun’una, delice hatta
‘takıntılı’ bir aşkla tutulan 30undaki Kemal’in peşinde Çukurcuma sokaklarında
devam etti benim için.
Kemal,
70li yılların tekstil zengini iş adamı,
Şanzelize Butik’te tezgahtarlık yapan uzaktan akrabası Füsun’ a görür görmez
aşık olur. Ama Sorbonne’da okumuş,
akıllı, güzel ,’iyi aileye mensup’, zamanının ‘uygun gelin adayı’ Sibel’le
nişanlıdır. Sibel’den ayrılamadığı
gibi Füsun’dan da kopamaz. Hikayeyi
başlatan ‘’ hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum’’ cümlesi de zaten Füsun’la tutkuyla seviştikleri güne atıfta
bulunur ve müzenin girişinde Kemal’in yıllarca sakladığı Füsun’un küpesinin
tekiyle temsil edilir. Hikaye Füsun’un ailesiyle yaşadığı Çukurcumadaki eve
Kemal’in asla onunla yeniden beraber olamayacağını bildiği halde, ailenin bir
üyesiymiş gibi gidip geldiği yedi yıllık süreçle devam eder.
Kitabı okurken, yedi yıl boyunca
kızarak, bazen affederek bazen de acıyarak yol arkadaşlığı ettiğim Kemal,
Füsun’un elinin değdiği, onunla ilişkisi olan her şeyi paltosunun cebine attı..
Kaşıklar, izmaritler, ayva rendesi, firketeler…Kitapta Kemal’in tüm bu eşyaları
neden topladığını açıklamaya çalıştığını görürüz; ‘’ … en mutlu anı işaret
ettiğimizde, onun çoktan geçmişte kaldığını, bir daha geri gelmeyeceğini, bu
yüzden bize acı verdiğini de biliriz. Bu acıyı dayanılabilir kılan tek şey, o
altın andan kalma bir eşyaya sahip olmaktır. Mutlu anlardan geriye kalan
eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o
mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar..’’
Bir roman
kahramanının aşk acısına dayanmak için topladığı eşyalar sonunda 70li yıllardan
2000lere kadar Türkiye toplumunun alışkanlıklarını, yasaklarını, kutlamalarını,
İstanbul’daki sosyal hayatı, sanayileşme sancılarını, sınıf çatışmalarını
eşyalar vasıtasıyla anlatan antropolojik bir çalışmaya dönüşür. Romana sadık
kalınarak 83 bölümle aynı adı taşıyan 83 vitrinden oluşan müzede, romanda adı
geçen eşyaları gördüğümüz gibi, romanda hiç bahsedilmemesine rağmen dönemin
ruhunu yansıtan çeşitli tütün kolonyaları, kilitler ve saatlerle de
karşılaşıyoruz.
Müzenin en ilgi çeken kısmı, dar
kapıdan girince sağ duvarı boydan boya kaplamış 4213 sigara izmariti. Her
izmaritin altına Orhan Pamuk özenle küçük notlar düşmüş ve ait oldukları tarihi
yazmış. İçlerinden biri ‘’kapı çalınca unutulan mahzun izmarit’’. İzmaritler o
kadar mahzun ve yalnız değil aslında ; hepsi aynı aileye ait Samsun! Çünkü
70lerde Kemal kaçak Malboro içerken, orta sınıf bir aileye mensup Füsun, Samsun
içiyor. İzmaritlerin yanında sergilenen kısa videolarda, bakımlı ve ojeli bir
kadın eli kimi zaman sinirle izmariti eziyor, yarıda bırakıyor ya da
tedirginlikle sigarayı elinde döndürüyor. Sigara, Orhan Pamuk’un çoğu eserinde kişilerin ruh
halini, hatta ait olmak istediği sınıfı anlatan önemli bir imge. Örneğin Füsun
Kemal’le beraberken sigarayı kibarca tutmaya, küllerini yavaşça silkmeye ve
filmlerde gördüğü ‘Batılı modern kadın’lara benzer şekilde içmeye özen
gösterirdi.
Üst kata çıkınca ilk vitrinle beraber müzenin hikayesi başlıyor.
Vitrinlerdeki eşyalarla romanı bu defa
Orhan Pamuk’un kelimeleriyle değil kendi hayal gücümüzle yeniden yazıyoruz.
Füsun’la Kemal’in hiç fotoğrafı yok mesela. Füsun’un sergilenen sarı
ayakkabısının teki, saç tokaları, ruju sahip olduğumuz ipuçları..Onu nasıl
hayal edeceğimiz bize kalmış.
Az ötede, 70lerin ilk türk meyveli gazozu
Meltem’le tanışıyoruz. Sinan Çetin’in müze için özel hazırladığı reklam filmi
de gösteriliyor. Yıpranmış şoför ehliyetnameleri, tapu senetleri, işçi ve
çalışma karneleri eskimiş saman kağıtlarıyla bir dönemin kanıtı olarak mahsun
köşelerinde duruyor. 15 numaralı vitrinde her bakanın dönüp tekrar göz attığı,
gözlerine siyah şerit çekilmiş vesikalık kadın fotoğrafları var. Pamuk açıklama notu düşmüş; ‘’Zamanın
gazetelerinde iğfal edilmiş, tecavüz edilmiş kadınlar , evden kaçan kızlar
gözlerine çekilmiş siyah bantla gösterilirdi. İstanbul’un en batılılaşmış ve
zengin çevrelerinde bile , bir genç kızın evlenmeden önce bir erkekle
‘sonuna kadar gitmesi’nin bazı ciddi sonuçları vardı’’
Kitabı okumadıkları
şaşkınlıklarından anlaşılan turistler her katta hazır bulunan çeşitli dillere
çevrilmiş kitaptan ilgili bölümü açıp anlamaya çalışıyorlar. Konuştuğum bir
turist bu gazetelerin hangi yıla ait olduğunu soruyor. 70ler diyorum. Daha eski
olduğunu düşünmüş olacak ki şaşırıyor.
Müzenin tüm katları turistlerle dolu
ancak müzenin kurucusu, acılı kahramanımız Kemal’in yasağına uyuluyor gördüğüm
kadarıyla. Kemal, ziyaretçilerin bütün koleksiyonu hissederek yaşaması, kendi
hatıralarıyla onun Füsun’a duyduğu aşkı karşılaştırabilmeleri için aynı anda 50
ziyaretçiden fazlasını yasaklamıştı. Bence fısıldaşmalar ve rehberler de
yasaklanmalı. Pamuk’un başarılı dizaynıyla ve eski eşyalarla geçmişe gittiğim,
zaman duygusunu unuttuğum anda birilerinin çınlayan sesi, zaman boşluğunda
mutlulukla gezinen beni aniden günümüze taşımaya yetiyor.
Çatı katı olan son katta, Kemal’in
yatağı, başucu komodini ve hikayesini Orhan Pamuk’a anlattığı dönemde Pamuk’un
oturduğu sandalye var. Müzenin en sevdiğim kısmı burası. Kemal sanki kısa bir
yürüyüşe çıkmak için üzerini değiştirmiş, pijamasını yatağın ucuna asmış,
birazdan dönüverecekmiş gibi…Çatı katına çıkınca tanıdığım birinin yatak
odasına gizlice giriyormuş gibi bir heyecana kapıldım. Duvarında ‘’herkes
bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım ‘’ cümlesini okuyunca ona inanmaya ve onun
adına mutlu olmaya çalıştım.
Müze hakkında son bir şeyden
bahsetmekte yarar var; eşyalarla, aşkla, zamanın yok oluşuyla harmanlanan bir
müze olduğu için kitabı okumamış dahi olsanız zevk alabilir, siz de kendi
anılarınızda kaybolup benim gibi saatler geçtiğini fark etmeyebilir, zamanın
kaybolmasına şahit olabilirsiniz.
Müzeden çıkarken aklımda ‘’en mutlu an hep
geçmişte midir’’ sorusu vardı. Bildiğimiz tüm mutlu ve geri gelmeyecek anlar
geçmişte kaldığı için mi böyle eşyanın avutuculuğuna sığınırız? Eşyalar
gerçekten avutur mu ; yoksa geçmişi kanattığı için sahip olacağımız mutlu
geleceğimizi de mi elimizden alır? Belki de bu yüzden Füsun’dan sonra Kemal’in
‘gerçek’ bir geleceği olmadı. Müzesinin duvarına yazarak bizi inandırmaya
çalıştığı gibi çok mutlu bir hayat yaşamadı belki de…
Yorumlar
Yorum Gönder