''bu işi geçici olarak yapıyorum aslında hukuk öğrencisiyim''



Danimarkada aile birleşimi sırasında eski işimden ayrılmış, oturma ve çalışma iznimi alınca yeniden iş aramaya başlamıştım. İş arama sürecinin yavaş, can acıtıcı, kendimi ve yeteneklerimi sorgulatıcı bir süreç olacağını biliyordum. Hep öyle oluyor, özellikle uzun sürerse. İstanbul'daki iş değiştirme serüvenlerim hızlı oldu, birinden diğerine atlarken tatil bile yapamadım. Cuma bir iş yerinden çıkıp pazartesi diğerine başlamak İstanbul'da yaşayanların sık yaşadığı bir durum.

Burada çok bekleyeceğim, en hızlı sürecin en az altı ay sürdüğü söylenmişti. Kendimi mental olarak uzun süreli işsizliğe hazırlamaya çalışıyordum. İlk bir ay çok zorlandım. Bir çeşit tatil hissindeydim, geç kalkıyor, her şeyi ağırdan alıyordum. Vaktim yokken, vaktim olursa yapayım diye düşündüğüm her şey aklıma bir bir gelip huzursuz etmeye başladı. Kaktüs projesi için içerik geliştirmek, yeni hibeler için proje yazmak, daha aktif şekilde iş aramak... En sevdiğim iş olan yazmak bile yük gelmeye başladı. Vaktim olmadığı her an yazmayı, daha iyi yazmayı hayal edip duruyordum, nihayet vaktim vardı, şimdi de değil yazmak için, bilgisayarın başına bir sebeple oturmak için bile enerjim yoktu. Hava güzel olduğu zamanlarda uzun yürüyüşlere çıkıyor, müzik dinliyor, hayata geçirmeye üşendiğim planlar yapıyordum. 

Bol bol kitap alışverişi yaptığım bir dönem oldu. Kitap almak ve sinemaya gitmek Kopenhag'daki en pahalı aktiviteler...Yaşam tarzım beni strese sokmaya başladı. Biriktirdiğim her şeyi son hızla harcamak, yakın zamanda tekrar iş bulabileceğime dair bir gösterge olmaması, bunun için bir çaba göstermemek ve zamanımın çoğunu bir şey üretme baskısı ile geçirmek... Kafamda bunlar dönüp durdukça boş zamanımdan keyif alamaz oldum. 

Ne zaman, sürece belirsiz bir boş zamanım olsa doğru düzgün kullanmayı beceremiyorum. Bir uğraş arasında, hatta o uğraşa rağmen bir şeyler üretmek üzerine koşullanmışım. Sanırım bundan daha çok zevk alıyorum. 2018'de yazdığım her şeyi, akşam 7 ile 10 arasında evime yakın AVMlerin zincir kahvecilerinde, bulduğum küçük masalara tüneyip, bu saatlerin tamamen bana ait tek zaman olduğunu her şeyden iyi bilerek yazdım. Yazmak hiçbir zaman konforlu, ağaçların altında yeşile, denize, gözüme hoş gelen bir şeye bakarak yaptığım bir aktivite olmadı benim için. 

Uzun süreli bir iş arayışı içindeyken, Türkiye'de muhtemelen bulamayacağım, bulsam bile insan onuruna aykırı çalışma koşulları sebebiyle devam ettiremeyeceğim kısa süreli bir iş buldum. 6 hafta boyunca buradaki en büyük teknoloji şirketlerinden birinde ofis asistanı olarak çalışacaktım. İşim hiçbir idari süreç gerektirmiyordu. Günde 6 saat boyunca, saatliği 20 euroya çiçeklerin durumunu kontrol edecek, kahve makinelerine kahve çekirdeği dolduracak, 1.5 saat sürecek öğle yemeğinin kurulumunu yapıp artan yemeği kutulayıp saklayacak ya da çöpe dökecektim. Bunun gibi bir takım düzeni sürdürecek işleri yapacak birine ihtiyaç vardı. Gözüme çok basit göründü, bunun için ekstra birine para ödemeye hazır olmalarına da şaşırdım. 

Anlaşma yaptıktan iki gün sonra işe başladım. Sabah 9dan öğlen 3 e kadar hafta içi her gün, 3 katlı tarihi bir binaya gidiyor, 200'den fazla kişinin çalıştığı binanın giriş katındaki geniş kafeterya/mutfakta tüm günümü geçiriyordum. İlk günler işin zorluğunun bir ofise, bir masaya, hiçbir şey yapmasam bile gidip oturabildiğim bir alana sahip olmamak olduğunu anladım. Özellikle sabah saatlerinden öğlen yemeğine kadar geçen sürede bazen hiç işim olmuyordu. Arada bir ofise gelen onlarca süt, kahve çekirdeği vb. siparişleri yerlerine yerleştirmekle zaman öldürüyor, her işi ağır ağır yapıyordum. Bu sürede işlerinden sıkılmış şirket çalışanları yanıma geliyor, ayaküstü sohbet etmek istiyordu. Benim için en yorucu kısım herkesle en baştan aynı sohbetleri yaşamak oldu. Geldiğim yer, aslında ne yaptığım, ne tür kalıcı bir iş aradığım vs.. Çoğu kişi bu işin iki iş arasında ya da işsizlikte yapıldığına aşinaydı, o yüzden ilk sordukları ''aslında ne yapıyorsun'' olyordu. Önceleri bu durum hoşuma gitti. Kendimi bu işle bağdaştırmadığım, yapabildiklerimin arasında 'küçük', 'sıradan' hatta 'değersiz' bir yeri olduğunu düşündüğüm için bana böyle yaklaşılması hoşuma gitti. Yine de canımı sıkan bir şey vardı. Eski ofisimde bu işi yapan kadın hakkında ne düşündüğümü hatırlamaya çalıştım. Onu ya da yaptığı işi küçük mü görüyordum? Tam tersi, yorucu bir işle uğraştığını düşünüyordum.  Her görüşümde mutlaka gülümsüyor, selam veriyordum. Ama bazen onu görmüyordum da. Onun yanında o yokmuş gibi iş arkadaşlarımla sohbet ettiğim oluyordu. Sanki o mutfağın bir parçasıydı.

Öğle yemeği sırasında etrafımda dönüp duran insanları başka bir anlayışla gözlemlemeye başladım. İlginç bir oyundu. Kimileri aşırı bir istek ve anlayışla benimle sohbet etmeye geliyor, neredeyse fazla ve yapmacık bulduğum bir güler yüzle benimle konuşmaya çalışıyordu. Arada abartmadan, gerçekten ilgilendiği ya da merak ettiği soruları soran bir grup vardı. Bir diğer grup da yanımdan geçip beni görmüyor, mutfağın bir parçasıymışım, bir tuzluk, bir fırın, bir kahve makinesiymişim gibi beni sadece işi düştüğünde hatırlıyor, her şeyi dinliyor ve anlıyor oluşumu umursamıyordu. En çok bu grup dikkatimi çekti. Uzun saatler boyunca, görünmezlik pelerini giymiş gibi her şeyi izleyebiliyordum. Bazen vejeteryan öğle yemeğinden, saçlarını şampuanla yıkamayı bıraktıklarından, aslında şampuanın bize öğretilmiş kozmetik bir ürün olduğundan bahsediyorlardı. Hayatımda ilk defa neredeyse aynı ortamda olup, çekinmeden gözlerimi dikerek baktığım halde görülmediğim bir tecrübe yaşadım. Bir yandan inanılmaz, bir yandan büyüleyiciydi. 

Bazı günler, sunum ya da toplantı sabahları örneğin, aralarında çok stresli olanlar oluyordu. Kahvaltı için ekmek kızarttıklarında, koşar adım kahve almaya gittiklerinde stresin göze görünürlüğünü öğrendim. İşi gücü bırakıp insanlara bakabilmeyi, onları gösterdiklerinin ötesinde insan halleriyle görebilmeyi, kimsenin başkasıyla olduğu kadar komik, özgüvenli, cool olmadığını... 

Bunların arasında bir müşteri ilişkileri uzmanı vardı, öğle yemeği yerden yavaşça yaklaşmış, masama oturmak istemişti. Tabağını bir özen içinde, çatal bıçağı hayran kaldığım bir ritimle kullanarak temizliyordu. Patatesleri tek tek kesişini izlerken, haksız yere aldığı şikayetlerden bahsetti. Birbirimize o kadar yabancıydık ki bu ani güven belki sırf o yüzden hoşuma gitti. İşe üç ay önce başladığını, insanları şikayetlerini cevaplamada zorlandığını, bu işin belki de ona göre olmadığını anlattı. Otuzuncu görüşme sonrası nihayet bu iyi maaaşlı işi bulduğu için sevinmişti. Burada da mutsuzdu. İnsan mutsuzluğunu kendine zarar vermeyeceğinden emin olduğu bir yabancıyla ne kadar kolay paylaşabiliyor. 



Çoğu zaman öğlen 3'te, kalan yemekleri şirketin zenginliğine ve boş vermişliğine küfürler ederek çöpe döktükten sonra bisikletime atlayıp kanala bakan güneşli bir köşede daha önce denemediğim bir bira deniyordum. 6 hafta içinde kendimce geliştirdiğim bir ritüel oldu bu. Kimi zaman, iş esnasında ayakta durmaktan yorulduğumda o anı hayal ediyordum. 

Son haftaya geldiğimde orada bulunuşumun, yaptığım küçük-büyük işlerin, özellikle insanlarla konuşma, onları gözlemleme kısmının herhangi bir ofis işimden daha aydınlatıcı olduğunu düşünür oldum. Hatta çalışanlarla tanıştığım ilk hafta bu işi daimi işim olarak göstermeyişime de hayıflandım. İnsan mutlaka bir ofiste proje yöneticisi, pazarlama uzmanı, müşteri ilişkisi yöneticisi vb. dışarıdan parlak görünen iş tanımlarının içine mi sıkışmalı? Bu sınırları kim çiziyor ve kim bize böyle bir ünvana sahip olmadığımızda mutsuz ya da değersiz olduğumuzu hissettiriyor. Orada çalıştığım altı hafta boyunca stresten azade, algım- görüşüm tamamen açık, saati dolduğunda huzurla başka bir hayata karışan ben'in müşteri ilişkileri direktöründen daha az mutlu olduğunu kim iddia edebilir?

Aklıma Brüksel'de bir barda denk geldiğim barmaid genç adamın sözleri geliyor. Birkaç kadın çakırkeyif yeni bir kokteyl istemek için yaklaşmıştık. Genç olduğu her halinden belli barmaid, birinin ona barmaid diye seslenmesine içerleyerek, ''bu işi geçici olarak yapıyorum aslında hukuk öğrencisiyim'' demişti. İçimde yer etti bu sözü. Ömür boyu barmaid olsan ne olur, kötü bir şey mi. Yaptığımız iş neden bizi bu derece tanımlıyor. Sevdiğimiz ve hatta zevk aldığımız bir iş olsa bile neden orada o işi yapıyor olmanın kötü, belki aşağılayıcı algılandığını varsayıyor, herkesten önce kendimiz böyle düşünüyoruz.

6 hafta boyunca nazikçe uydurdukları ofis asistanı şapkası altında mutfakta/kafeteryada çalışırken bunları uzun uzun  düşündüm. Hatta bir gün yazacağımı da düşündüm. Daha yaşarken bunun hakkında nasıl yazacağıma kafa yordum. En çok da yaptığım işi içten içe küçümsediğimi fark ettiğim anlarda, ulaştığım ve memnuniyet duyduğum bu versiyonumun gelişmeye, öğrendiği klasik ,nançlardan kurtulmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu tekrar anladım. Öğrenme, fark etme, ön yargılardan arınıp yeni bir insan inşa etme işi hiç bitmeyecek anlaşılan. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf