Gelmeyen yaz ve arkadaşlıklar

Buraya yaz bir türlü gelmedi. Her gün yirmi derecenin altında uyanıp belki bugün hava bulutsuz ve yağmursuz olur diye hayal ederken yakalıyorum kendimi. Hava sıcak olduğunda şehir ayrı bir güzelleşiyor, kanaldan denize girmek, hiç olmazsa sere serpe bir yerlere uzanıp güneşlenmek çok iyi geliyor.

Geçtiğimiz hafta birkaç günü Slovenya'da geçirdim. Bahçede otururken bile kavuran güneş bana gerçek yazı hatırlattı. Sıcak hissetmeyi özlemişim.

Havanın gidişatından bağımsız olarak hikayelerini dinlemekten çok zevk aldığım bir arkadaş grubum var, bazı akşamlarımı onlarla geçiriyorum. Yavaş yavaş yerleşik hayata geçen ve durulan otuz üstü grubun tam tersi, hala her şeyi son sürat yaşayan bir arkadaş grubu. 

Jo, Kuzey Makedonyalı, otuzlarının başında bir gay. Kopenhag'a gelmeden önce birkaç sene Şangay'da yaşamış. Dillere karşı ilgisi var, bir dili üzerine uğraştığında çok kolay öğreniyor. Burada da Danca kursuna başladı, yeteneklerini sergilemekten, yeni insanlarla tanışmaktan zevk alıyor. Çoğunlukla Danimarkalı erkeklerin ne kadar yakışıklı olduğundan bahsediyor. Ona hak vermekle birlikte bizim gibi esmer, kısa-orta boyun yoğunlukta olduğu ülkelerden gelen insanların doğal olarak kendimizden başka olana çekim duyduğumuzu ısrarla tekrarlıyorum. O da, Yok hayır, adımlar uluslararası standartlara göre yakışıklı diyor. 

Görece homojen kalmış bir ülke ve şehir, uzun boylu, ağzı burnu çok düzgün, hatta bazen fazlasıyla düzgün insanlarla dolu. Buna güzellik diyorsak eğer- ki insanların estetikle düzeltmeye çalıştıkları bunlar oluyor- o zaman Jo'ya hak veriyorum.  Benim güzellik anlayışım bu kadar mükemmel değil. Gözümün alıştığından farklı olanı güzel bulduğumu kabul ediyorum, yine de aşırı kusursuzluk hali bana değişik geliyor. 

Jo'nun daha önce ciddi bir ilişkisi olmamış. Uygulamalar üzerinden ya da gay gece kulüplerinde tanıştığı insanlar olmuş ama ilişki onun istediği güven, sadakat, birlikte büyüme ve keşfetme noktasına varmamış. Burada insanlarla uygulamalar üzerinden buluşmak çok daha kolay, diğer ülkelere göre daha güvenli ve tercih edilen bir yöntem. İskandinavlar genelde içedönük, başkalarıyla tanışmak konusunda daha çekinken. Gece kulüpleri haricinde, eğer alkol düzeyi çok yüksek değilse durduk yere kafede, metroda, bir sergide vs biriyle tanışmak imkansıza çok yakın bir olasılık. Bunda özellikle otuz yaş üstünün kendi arkadaş grubuna bağlılığı da etkili olabilir, yeni insanlarla tanışmak konusunda- istisnalar hariç- toplumda büyük bir ilgi gözlemlemiyorum. Kısaca herkes kendi halinde, bu da aslında iyi bir şey.

Jo geçenlerde gaylerin aktif olduğu bir buluşma uygulamasıyla kırk sekiz yaşında, kariyerinde ilerlemiş, kendi tarifiyle çok yakışıklı biriyle tanıştı. Buluşmasının can alıcı noktası, adamın on bir yaşında bir kızı olması. Jo, pek çok erkeğin heteroseksüel ilişkiler yaşayıp çocuk sahibi olduğunu, ya kendini sonradan keşfettiğini ya da asıl hislerini toplumsal birtakım beklentiler yüzünden baskıladığını bildiği için, buradan başka bir hikaye geleceğini beklememiş. 

İşin aslı, adam çocuk sahibi olmak istemiş ve bu çocuğun biyolojik olarak kendi çocuğu olmasını arzulamış. Bu amaçla ve tamamen şeffaf olarak iki yıl boyunca heteroseksüel kadınlarla buluşmuş. Onlara isteğini, çocuğu birlikte büyütebileceklerini anlatmış. İki yılın sonunda da istediği gibi bir anne adayı bulmuş. Danimarka'da çiftler arasında bir sorun çıkmadıkça velayeti eşit paylaşıyorlar. 7 artı 7 şeklinde çocuk bir hafta annede bir haftada babada kalıyor. Burada oldukça güzel işleyen bir sistem. Çocuğun iki tarafla da benzer bağ kurmasına yardımcı olduğu gibi bakım yükünü doğrudan anneye yıkmıyor.

Jo'nun hikayesine dönersek, çocuk şu an on bir yaşında ve senelerdir çocuklarını sevgiyle büyütmüşler. Birbirlerini arkadaş olarak çok sevdikleri ve zaman geçirmekten hoşlandıkları için birlikte tatile gitmek vb planlar da yapmışlar sürekli. Çocuğa da olayı başından beri olduğu şekliyle açıklamışlar. Babasının ve annesinin ilişkileri yüzünden kafası karışmasın istemişler. Hikayenin elbette zorlu tarafları vardır, arada çıkmış olabilecek krizleri tahmin edebiliyorum. Yine de sevgisizlik, yalan, kabullenilmiş mutsuzluk üzerine kurulan ailelerden daha sağlıklı geliyor bana. Ayrıldıktan sonra her şeyin savaşına giren  öfkeli eski eşler, ortadan kaybolan, çocuğun bütün sorumluluğunu anneye yıkan baba hikayelerinden daha iyi olduğu kesin. 

Hikayenin güzelliği bir yana, Jo için başka soruları da beraberinde getiriyor tabii. İlişkimiz ilerlerse hayatımın yarısını aynı evde dilini öğrenmeye çalıştığım on bir yaşında bir çocukla geçirmekten hoşlanacak mıyım. Bu bir haftalık özgürlük, bir haftalık aile ve sorumluluk yaşantısı bana ne kadar uyacak? Benim bu ilişkide rolüm ne olacak? Benden çocukla ilgili beklentiye girilecek mi vs?

Bunlar akıllı, tedbir almayı seven ama aşırı düşünen zihnin soruları. Bilinmeyenden hepimiz korkuyoruz. Jo şu an üzerine ne kadar düşünürse düşünsün içinde olmadan yorumlayamayacağı bir tecrübe. İnsan kendini, isteklerini az çok bilse de bir çocukla tanışmak, onunla zaman geçirip çoğunlukla ondan bir şeyler öğrenmek her bünyeye farklı bir etki yapıyor. Bu ve benzeri daha önce tecrübe edilmemiş hayat durumlarında benim uyguladığım tek yöntem kendini tecrübeye açıp akışa bırakmak. Bir gör bakalım ne olacak, ne hissedeceksin. Neler öğreneceksin, belki sana senin hakkında bilmediğin bir sürü şey gösterecek. Kaygılar bizi olumlu tecrübelerden ziyade olumsuzlara yoğunlaşmaya zorluyor, bu şekilde kendimizi korumaya çalışıyoruz. Oysa korunacak bir şey yok. Deneyip öğrenmek, denemeden merak içinde kalmaktan her zaman kat be kat iyi. 

Jo'nun hikayesi nereye varacak merakla bekliyorum. Bir yere varmasa bile en azından böyle alternatif yolların tercih edildiğini bilmek beni cesaretlendirdi. Gidilecek tek bir yol, mecbur kalınan tercihlerle harcanacak bir hayat yok. Elimizde olduğu kadarıyla değişim mümkün. Bence burada aşırı olumlama ile derin olumsuzluk arasında çok saydam, çoğunlukla göremediğimiz bir sınır var. Hiçbir şeyin elinde olmadığını, her şeyin sistem, ülke, kurallar vb şekillendiğine inanıp sürekli gücünü, yapabileceklerini kendi eliyle sınırlandıran insandan korktuğum gibi, istersek her şey mümkünü neredeyse zehirli bir tonda savunan olumlayıcılardan da korkuyorum. Herkes kendi mümkününü öyle ya da böyle bulur umarım. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf