OSLO

Oslo  ile Kopenhag'ın çok benzer olduğuna dair bir inanç vardı bende nedense. Gelişmişlik düzeyi, İskandinavlık ve zenginlik sadece ismi farklı bir şehre gideceğimi düşündürmüştü. Geçirdiğim kısacık iki günde yokuş sokaklar, bisiklet yerine scooter'a binen insanlar, Kopenhag'ın sarışınlığına inat çok uluslu bir esmerlik ile karşılaştım. Kopenhag sokaklarında herkes ne kadar az önce defileden çıkmış gibi şık ve asilse, Oslo'dakiler ülkelerinden onları buraya taşıyan otobüsten az önce inmiş gibiydi. Bu çeşitlilik, dağınıklık, kimsenin kimseye benzememesi hoşuma gitti. Fark ettim ki ülkeme dönmediğim şu son on bir ayda bakış açım bir İskandinavınkinden çok kuzeyli olmuş. Karşıdan geçerken ışık beklemeyen Osloluları yadırgarken buldum kendimi.
 Oslo heykel işini ilerletmiş. Şehrin her yanında bir işle meşgul olan heykeller var. 

Yine plan yapmadan ani bir kararla gittiğim için meşhur heykel parkı dışında nereye gidilir bilmiyordum. İki kısa günümü deli gibi haritadan yer arayarak da geçirmek istemediğim için ayaklarımın ve iç güdülerimin götürdüğü yere gittim. Karşıma bu dalgıç adam çıktı.

Şansıma ilk gün güneşliydi. Bana evini açan Sylvia beni oradan oraya sürüklemeden önce iki saat sokağa bakan bir kafede, gözüme güneş girmesine izin vererek oturdum. Neden yalnız seyahat etmeyi sevdiğimi bir kez daha anladım. Yabancı bir şehrin göbeğinde, tanımadığım insanlara bakmaktan adrenaline benzer bir haz duyuyorum. Kendi benliğime ve bulunduğum ülkeye şaşırıp beni içinde bulunduğum yere atan tesadüflere şaşırıyor ve seviniyorum.

İlk kez şehri bilen birinin ellerine kendimi teslim etmek zor gelmedi. Onun önerilerine uydum, etrafa istediğim kadar konsantre olamasam da geçtiğimiz yolları hatırlamaya çalıştım.

Yine de içimden bir ses yalnız başıma en azından bir gün geçirmezsem şehri gezmiş sayılmayacağımı söylüyordu. Sokaklarda kaybolmalı, aynı yerden defalarca geçmeli, kendi halime gülmeli, ayaklarımın götürdüğü yere gitmekten başkasını düşünmemeliydim. İnsanları özgürce izlemek, her birine hayran olmak ve hikayelerini merak etmek bu hayattaki temel işim sanki.

İkinci gün, nihayet yalnız, canım nereye isterse oraya yürüdüm. Çok yağmur yağdı, rüzgar içimi üşüttü. Düşüncelere dalmış yürürken kendimi tren istasyonunda buldum. Herkes sağa sola eskinin hızıyla koşturuyordu. Büyülenmiş gibi onların bu tatlı telaşını izledim. İki saatten fazla aynı koltukta oturup etrafa baktım. Nihayet artık görecek yeni bir şey kalmadığına kendimi ikna edip tren istasyonundan ayrıldım.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf