Evden çalışmak- cesaret üzerine birtakım fikirler


 Neredeyse bir buçuk yıldır evden çalışıyorum. Kimi zaman saatlerce bilgisayarın başına geçemediğim oldu. Sürükleyici bir kitabı bırakamadım, canım sıkkındı balkonda oturdum, gelen geçene baktım. Mutfağı toparladım. Yürüyüşe çıktım. İçimden, şu an çalışmam gerekiyor hissini atamıyordum önceleri. Yürüyüşü kısa kesiyor, balkondan içeri koşup yarım kalan işlerimin başına oturuyordum.

Bu vicdan muhasebesi midir, artık adı her neyse,  proje son tarihleri yüzünden gece 12ye kadar çevrimiçi olduğum günlerde hiç devreye girmiyordu. İçimden hiçbir zaman beni korumaya çalışan bir ses, şu an dinlenmen lazım, demedi. Yorulduğum anlarda bunun geçici bir dönem olduğunu, elimden geleni yapmam gerektiğini düşünüp rahatlıyor, hatta yoğun çalışmadan değişik bir haz duyuyordum. 

Geçtiğimiz günlerde, on yedi farklı ülkeden çalışanımız olduğu için, hem çalışma saatleri hem de yaşadığımız bu çelişkiler hakkında konuştuk. Ortaya harmoni lafını attı deneyimli çalışanlardan biri. Dedi ki, ben özel hayat iş hayatı dengesi kavramından hoşlanmıyorum. Benim için her şey doğru akışta ve iyi bir uyumdaysa yolunda demektir. Harmoni adını verdiği sistemi, günün istediği saati sevdiği şeyleri yapabiliyor olmak, ve günün istediği saati tamamlamakla yükümlü olduğu işlere zaman ayırabilmek olarak kurmuş. Elbette çoğunluğun 9-5 çevrimiçi olduğu anlarda kimi zaman aksayabiliyor bu sistem. Ama pandemi zamanında da gördüğümüz gibi üç-dört saat ortada yoksun ve bir şeylere geç cevap veriyorsun diye kimse ölmüyor. Pandemiden bir şey öğrenip unutmamaya çabalayacaksak bence bu olmalı. Sen eve kapandın diye bütün bir sistem çökmedi. Her sorunun çözümü, her süregelmiş uygulamanın bir alternatifi var. Dünya kısa süre içinde alternatif üretme gücünü son bir yılda fazlasıyla kanıtladı. İş yapış şeklimiz sekteye uğradı ve bu karmaşada belki karakterimize daha uygun modelleri tanıma fırsatı bulduk. Yine de yılların verdiği bir alışkanlık, sistemi devam ettirme isteği var. Evde olduğu sürece kendini çalışmıyormuş gibi hisseden, mutfakta uzun süre zaman geçirince kendini suçlayan insanların  böyle sistem mağdurları olduğunu düşünüyorum. Ben de onlardan biriyim. 

Sanki ofise gittiğimde günümün birkaç saati sonu gelmez dialoglar, kahveler, işle ilgili olmayan kutlamalar vs ile geçmiyordu. Bunlar iş yerinde olduğu zaman kabul edilebilirken, evde televizyon molası vermek neden garip olsun. Yine de bu ayrımda beynimizin fark edemediği bir şey var, huzursuzluk duymamıza sebep oluyor.

Üzerine düşünerek ve neden böyle hissettiğimi sorgulayarak aşama kaydetmeyi başardım. Çalışmanın özü asla kaç saate yayıldığıyla alakalı değil. Gündüz 11'de spor yapmak istiyorsam yapıyorum, akşam 5'te herkes bilgisayarını kapamışken 8'e kadar yoğun bir tempoyla ve zevkle çalışasım geliyor, çalışıyorum. Bu sayede öğle üzeri, tam canım istemişken spor yapamadığım bir işe sahip olduğumu düşünerek öfkelenmiyorum.

İş hayatında en çok öfkelendiğim mesele buydu. Sabah uykusunu çok sevdiğim ve gece çalışmakta zorlanmadığım için kurulu düzenle bir türlü barışamıyordum. Geç gidip geç çıkmaya razıydım. Öğleden sonra sokakta hayatın nasıl olduğuna dair bir fikrim yoktu. Özellikle kış ayları, karanlıktan karanlığa yolculuklar. Hayatın bir kısmını ıskalıyor olduğuma dair his yakamı hiç bırakmıyordu. Gerçek de ıskalıyormuşum. Hem de dijital çağda her yerden yürütülebilecek basit işler için. Sanırım yaptığım işler çok komplike, asla ofis ortamında bulunmadan yürütemeyeceğim işler olsaydı, hayatın öğleden sonralarını kaçırmaya katlanabilirdim. Ama düşünüyordum, bu hapislik hayatı ne için? Hangi büyük, ulvi amaca hizmet etmek için bedenimi ve ruhumu mesai saatlerinin arasına hapsediyorum?

Bulunduğum yerden konuşmak artık çok kolay. Pandemiden önce bile herkesin çalışma şekline, tercihine saygı duyan, kapsayıcı ve eşitlikçi bir iş ortamında çalışıyordum. İşe başlar başlamaz kendimi bildim bileli istediğimin bu olduğunu anlamıştım, beni buraya sürükleyen öfke-arayış gibi tetikleyici duygulara şükretmiştim.

Ama,  gerçekte zor olan şey koca bir hayatı değiştirmek, risk almak, bir yıllık bir maceraya sonu ne olur diye düşünüp kendimi kısıtlamadan atılabilmekti.  O yüzden, özgürlüğe dair rahat bir yerden konuşan herkese duyulan öfkeye katılmıyorum. Kimileri daha şanslı doğuyor ve zenginlik elbette insanın  mesaiye katlanmadan bir şeylere sahip olmasını sağlıyor. Yine de herkes bu kategoride değil. Hayatın akışını değiştirmek, küçük riskler almak bu kadar korkunç, öldürücü değil. Sevmediğin mahalleyi, içinde nefes alamadığın şehri, kendini hapsedilmiş hissettiğin işini, korku eşiğini atlamaya cesaret ettiğin an değiştirebilirsin. Tabii sonunun hayal ettiğin gibi biteceğinin garantisi yok. Güzelliği de burada zaten; esneme, değişme, çözüm üretme süreçlerinden geçmeni sağlıyor. 

Hayatta bazı güzelliklerin yalnızca cesur, kendini ateşlere atmaktan çekinmeyen insanlar için olduğunu anladım. Tutkulu bir aşk için bile böyle. Korka korka cesur olmak . Cesareti  yanlış anlıyoruz. Gözümüzün önüne, ağzına geldiğini söyleyen çekincesiz kişiler beliriyor. Cesaret;  tüm korkularına rağmen diğer tarafın ağır basması. Aşk olur, deniz kıyısındaki sevdiğin şehre yerleşmek olur, eşinden ayrılmak ve bir hastalıkla dövüşmek olur. Bunlardan herhangi biri içinde korku olmadan olabilir mi, sanmıyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf