Hastane geceleri ve Jen

Jen karşımdaki yataktan tek bacağı yaralanmış bir hayvan gibi sekerek yatağımın ayakucuna uzandı. İçi katarakttan renk değiştirmiş ya da hastalıktan sulanmış yeşil gözlerini gözlerime dikti. Bir şey söylesin diye bekledim. Bir şey demeden son gücüyle kendini öne atıp pencerenin dibinde, yerde duran sarı sırt çantama uzandı. Aklından geçenleri merak ediyordum. Aradığı ne, çantada ne olduğunu sanıyor.

O benim çantam, dedim İngilizce. Dediğime inanamaz gibi kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerinden derin bir kafa karışıklığı içinde olduğunu tam o an fark ettiğini anladım. Beni şaşırtan şekilde temiz bir İngilizce ile özür diledi, zayıf vücuduna meydan okuyan bir hızla yatağına ilerledi. Aramızdaki perdeden yatağının yarısını görebiliyordum. Pencerenin önüne, hemşirelerin yemeklerimizi servis ettiği dört tekerlekli kare masayı çekmişti. O masayı büyük bir huzursuzlukla ayakucundan baş ucuna, bazen odayı paylaştığımız diğer iki hastanın yataklarının önüne itiyordu.

Yatağının ucuna oturup çıplak kirli ayaklarına doğru eğildi. Dua eder gibi bir hali vardı, belki de acı içindeydi. Perdenin aralığından yakalanma korkusu ile gözlerimi ona dikmemeya çalışarak izliyordum. Bir dakika içinde dengesini kaybedip pencere ile yatak arasındaki dar alana yüz üstü yere yığıldı.

Uzandığım yerden doğrulduğum an, gizli bir butona basılmış gibi, biri erkek biri kadın iki genç hemşire Jen'in etrafını sardı. Bu olayın belli aralıklarla tekrarlandığını düşündüm.

Erkek hemşire Jen'i yatağına oturttuktan sonra, onu karşısına alacak şekilde pencere pervazına tünedi. Uzun boylu, çoğu Danimarkalı gibi sarışındı. Kadın hemşire de nereden bulduğunu anlayamadığım katlanır bir sandalyeyi açarak bana daha yakın halde, yaşlı adamın çaprazına konumlandı.

Tam o an, olacakları büyük bir merak içinde izlerken kadın hemşire, kafasını kaldırdı, odada başka hastaların olduğunu yeni hatırlamış gibi Jen'in yatağını perde ile tamamen örttü. Artık sadece aradan tek tük kelimeler seçebildiğim karmaşık bir dil duyabiliyordum.

Erkek hemşire anlayışlı ve gülümseyen tavırla: Maalesef burada bira içemezsin, dedi. Ya da ben duyduğum kelimeleri birleştirerek bu sonuca vardım.

Jen boğuk sesiyle sürekli bira diyordu, o kısmı şüphe götürmeksizin anlıyordum.

Kadın hemşire böyle durumlarda sıkça olduğu üzere, yaşlı adamı tatlı ama kararlı bir ses tonuyla ikna etmeye çalışıyordu. Nihayet Jen sakinleşince iki hemşirenin ona bir şeyler öğütleyerek odadan uzaklaşan seslerini takip ettim. Jen, karşımda altmış küsür yıllık bir hikayeydi ve benim o hikayeden anlayabildiğim tek şey biraydı.

Gece uayndığımda sırılsıklamdım. Sanki biri ben uyurken üzerime su dökmüş, beni uyandırmadan kaçmayı başarmıştı. Saati kontrol ettim, üçü biraz geçiyor. Ayaklıklı seruma bağlı ilacın hala damlatıp damlatmadığını görmeye çalıştım, her yer karanlıktı.

Hastaneye adımımı attığım ilk geceden beri canımı sıkan, asla alışamayacağıma inandığım tek bir mesele vardı, ayaklı serumu taşıyarak koridorun sonundaki tuvalete yürümek. Hastane bahçesinin sakuralarına bakan pencere kenarındaki yatağımda, bana uygun gördükleri her ilacı alıp saatlerce uzanmaya razıydım. Acı, ağrı hatta kaygı içinde olabilirdim. Bunlar canımı  sıkamıyordu. Hareketin hiç bitmemesi, gece bile sessizliğe gömülmeyen odada her şey benim için yeniydi. Dinliyor, merak ediyor, anlamlandırmaya çalışıyordum. Bunların hepsi, uykuda olmadığım saatlerimi kolayca dolduruyordu. Ama o ayaklı serum şişesinin  el üstü ince damarıma bağlı olduğu fikri, hareket etmeye, özellikle karmaşık kapılardan geçip tuvalete gittiğimde gerçeğe dönüyordu. Ayağa kalkıp bir iş görmeye çalışır çalışmaz aklımı ne hale düştüğümün karanlık bir tablosu ele geçiriyordu. Daha beş gün önce, şimdi pencereden baktığım sakuraların altına uzanmış, ne kadar şanslı olduğumu düşünmüştüm. Doğanın tüm güzellikleri benimdi, hayattan doyumsuz bir zevk alıyordum. Birkaç gün sonra, dışarıdayken kafamı kaldırıp hiç bakmadığım bu pencerenin içinde, karışık duygular, korku ve bilinmezik içinde kalacağımı hiç düşünmemiştim. Farkına vardığım bu gerçek, sanki daha önce hiç farkına varmamışım gibi benii sarsıyordu.

Koridor boyunca yürürken, göreceklerimden korktuğum halde odaların içine baktım. Koridor aydınlık, bütün kapılar açıktı. Sağdaki odada tek başına kalan iskelete dönmüş bir adam ağzını sonuna kadar açmıştı. Bu haliyle uykusunda yakaran birine benziyordu, solunum cihazına bağlıydı. Birkaç adım sonra, benimkine benzer dört kişilik bir odada kapıya doğru yan uzanmış esmer bir kadın gördüm. Sadece seruma bağlıydı, rahat bir uyku çekiyordu. Tuvalete yaklaştığımda, sol taraftaki kapılardan birinde, koridordan duyulan tek inlemenin sahibiyle göz göze geldim. Yaşını tahmin edemeyeceğim kadar yaşlıydı ve yatağı herkesinden yüksekti. Onu daha önce oğlu sandığım genç bir adamla görmüştüm. Gözlerimi kaçırıp üç ayaklı serumumu sürükleyerek tuvalete girdim. Tek elimle pijamamı indirmeye çalışırken, buradaki en genç benim diye düşündüm. Bu düşüncede genç olduğum halde hasta olarak haksızlığa uğramışım gibi bir his vardı. Klozete oturunca elimin tersiyle alnımı kontrol ettim, yine ateşim vardı. Ateşim üç gündür ne yaparlarsa yapsın düşmüyordu. Çaresizlik içinde ağlamaya başladım. Aynada gördüğüm ateşli, dudağı uçuklmış zavallı yüzde bana gizliden gizleye zevk veren bir taraf vardı. İçimde bir yer, bu bilinmeyen ateşin mağduru olup gecenin üçünde binbir zorlukla tuvalete kalmış olmaktan çaresizlikle karışık bir zevk duyuyordu. Bir süre tuvalette ağladıktan sonra yüzümü soğuk suyla yıkayıp bu defa kimseye bakmadan odaya yürüdüm. İnleyen, ölmek üzere olan ihtiyarlara dair bir şey hissetmiyordum artık. Onlar yaşlanmayı başarmıştı. Otuzlarında muhtemelen bisikletle işe gelip gidiyor, çocukları varsa onlarla tatil planları yapıyorlardı. Belki hiçbiri o yaşlarda hastane nedir bilmemiş, tek gece bile hastanede kalmamıştı. Şimdi, seksen mi doksan mı bilinmez, türlü hastalık ve güçsüzlük vücutlarını esir almış, veda zamanının yaklaştığını işaret ediyordu. Tüm bunda acıyacak ya da üzülecek bir taraf bulamadım.

Öfkeyle koridoru yürüdüm, buradan çıkacağım diye düşündüm. Er ya da geç. Bunların hepsi anı olacak. 

Ertesi gün ateşim düştü. Gece yaşadığım çaresizliği hatırladım, şaşırdım. Hastalık anının insanı nasıl karamsarlığa ittiğini, belki içimizdeki birtakım karanlık ve gerçek noktaları ortaya çıkardığını düşündüm. 

Son bir böbrek ultrasonundan sonra, güzel bir öğle yemeği yiyerek hastaneden ayrıldım. Ben çantamı toplamış giderken, Jen başka bir odaya transfer edilmiş, yatağında iki büklüm oturuyordu. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf