Öze dönme















Son zamanlarda psikolojiye dair yaptığım okumalarda, 'içine atma' meselesinin ya da 'kendi gerçekliğini yaşayamama' halinin sandığımdan çok daha büyük etkileri olduğunu gördüm. 

İnsanların, tam olarak inanmasalar bile, ''yıllardır her şeyi içine attı o yüzden kanser oldu'' ya da vücut işte bir şekilde tepki veriyor dediğini çok sık duyuyorum. Bu her şeyi içine atma meselesinin doğru anlaşılmadığını düşünüyorum. Her şeyi içine atmamak, canını sıkan durumları, kişileri yaralamak pahasına ağzına geldiği gibi konuşmaktan ziyade, kendi gerçekliğini elalem ne der demeden yaşayabilmek bence. Bu çeşitli sebeplerle mümkün olmuyor. 

Geçenlerde, Türkiye'de trans görünürlüğü için mücadele eden ilk trans dernek olan Voltrans'ın belgeselini izleyip ardından trans aktivizmini başka bir boyuta taşımış Aligül'ün bloğunu keşfettim. Geçmişe uzanan yazılarının neredeyse hepsini okudum. Aligül kadın bedeninde dünyaya gelmiş bir erkek. Bedenini sevmediğini, kadın olarak algılanmaktan hoşlanmadığını fark ettikten sonra hikayesi çeşitli aşamalardan geçiyor. Önce lezbiyen, sonra transgender, daha sonra da  transerkek olarak tanımlıyor kendini. Çoğumuzun içinde bulunduğu gibi anlayışsız, atanmış cinsiyet ve toplumsal cinsiyet'ten bihaber insanlarla dolu etrafı. Babası yaşlı bir esnaf. Lezbiyenlik meselesini bile algılayamazken, Aligül için transerkek olarak özgürce yaşayabilmek, istiyorsa ameliyat süreçlerinden geçebilmenin zorluğunu Tükiye'de yaşayan herkes az çok tahmin edebilir.

Bunca yokluk arasında yine de, insanın kendi özüne dönmesi de bir gereklilik. Rafa kaldırabileceğin bir plan değil. Biraz da böyle denesen ile geçiştirilebilecek bir mesele de değil. Aligül kırk yaşının başlarında nihayet korkusunu aşıp göğüs aldırma gibi operasyonlara girmeye hazırlanırken rahim kanseri olduğunu öğreniyor. Ve varlığından mutsuz olduğu rahmi maalesef erken yaşta hikayesinin sonunu da getiriyor.

Onu okurken LGBTQI hakkında bir sürü şey öğrendim. İyi ki blog yazmış. Bloğu burada (https://hikayeci.livejournal.com/). Bir yandan da çevre, aile, elalem, ülke, kurum baskısının yaşayabilecek kısıtlı özgür senelerini de elinden aldığını gördüm. Özellikle aile ve arkadaşlar. İnsanlar tarafından olduğumuz gibi anlaşılmak ve kabul edilmek için çektiğimiz çile, sakladığımız gerçekler, kurguladığımız küçüklü büyüklü hikayeler kimseye değil en çok kendimize zarar veriyor. Yine de, bunları yazarken, aileden başlayarak kurumların hiçbirine karşı gelmenin kolay olmadığını biliyorum. Bireysel cesaretten çok, dayanışma, paylaşım, insanın kendi gibi olan başkalarını keşfi ile mümkün olabilen süreçler.

O yüzden özellikle podcast gibi etki alanı artan mecralarda her şeyi konuşabilen insanlara ayrı bir hayranlık duyuyorum. Örneğin mental klitoris. İnsanların arkadaş arasında konuşamadığı cinselliği, binlerce insan tarafından tanınıp bilinmek pahasına konuşabilmek göründüğünden çok daha devrimci bir eylem. O kadar çok önyargı, nefret, saldırı var ki bazen, sosyal medyada gördüğüm öfkeye inanamıyorum. Başkasının özgürlüğüne gözü kapalı saldıran her insanın bir yerden kanadığını, acı çektiğini görebiliyorum. Duygusal olarak bastırılmış, susturulmuş, anlaşılmamış çoğu kimse, kendini özgürce ifade eden birini görmeye dayanamıyor. 

Bildiğimiz doğruları sorgulatan, konuşulmamış konuları önümüze atıveren mecraların ve yapımların ülkemizde çoğu kaynaktan daha fazla eğitici ve cesaretlendirici yanı var. Özellikle ailesinin tutuculuğunda, kısıtlamalarında boğulan, dünyayı ufacık zanneden ve umutsuzluğa kapılan gençlere, insanın mümkünse ölmeden önce, hangi yolla olursa olsun (aileyle, kurumlarla, arkadaşlarla çatışma vb) kendi öz benliğini anlaması, ona uygun yaşaması verilebilecek en iyi mesaj.

Ben de çok uzun yıllar, aman annem üzülmesin, babam bozulmasın, okulda öğretmenler yadırgamasın diye yazmak istediğim pek çok konuda kendimi sansürledim. Görüşmek istemediğim insanlarla görüşüp, katlanamadığım insanlarla sevgili olduğum oldu. Bunda insanları kırıp dökme korkum olduğu gibi, her yerde doğru davranmak zorunda olan kız çocuğu olarak yetiştirilmemin de payı var. Öğrendiklerimi unutup kendimi dinleyebilmek için hala uğraşıyorum. Eski bildiğim bahanelere sığındığımı görüyorum. Yıllarca tekrar edilmiş yollardan sapmak çok zor. 

Bu hafta, duygusal olarak gelişmemiş ebeveynlerin çocuklarını anlatan bir psikoloji kitabını altını çize çize okudum. Okurken, kendi hayatım olmak üzere, belki ülkenin yüzde 90'ının böyle ebeveynler tarafından yetiştirildiğinden emin oldum. Çocuğa fiziksel bakım sağlayan ancak duygusal gereklilikleri için bir şey yapacak yetkinliğe sahip olmayan aileler... Böyle bir yetkinlikleri yok çünkü onların ebeveynleri de duygusal olarak olgun değişmiş. Korkunç bir zincirleme kaza halindeyiz. Birilerinin yavaş da olsa bu kaza alanından yara almadan, takla almadan kurtulması gerekiyor.

Duygusal olarak olgun olmayan ebeveynlerin birçok ortak özelliği var; sınır kavramını bilmemeleri, duygulardan genel olarak korkmaları, fiziksel bakımın çocuğa yeterli olduğunu sanmaları, kendi hayatları ve duygu durumlarıyla fazlaca meşgul olmaları, çocuklarını ayrı bir birey değil kendilerinin bir uzantısı olarak görmeleri vb... Bu durum duygusal olarak tatmin olmamış, anne-babasının ne olursa olsun yanında olacağını hissetmemiş, zorlayıcı konuları (kötü tepkiler alırım korkusuyla) ailesiyle konuşup yardım isteyememiş, hatta yardım istemek gerektiğini bile bilmeyen insanlar meydana getiriyor. İlişkilerimizde bizi rahatsız eden duygulardan bu kadar korkmamızın ve konuşmaya dair donanımımızın olmamasının temel sebebi de bu. Öğrenmemişiz ki . Sen bana böyle hissettirdin demeyi bilmediğimiz gibi, başkası bize sınırlar çizmeye çalıştığında kişisel algılayıp bozuluyoruz. Her şey ya hep ya hiç. 

Kitabı okuduktan sonra hayatımdaki birçok insanı ve kendimi daha açık görebildim. Kendini yeniden yaratma ya da öze dönme sürecinde gidilecek bir sürü yol olduğunu bir kez daha anladım. 

Yorumlar

  1. Ne güzel yazmışsınız. İlgiyle takip ediyorum sizi. Ben de bugünlerde çocuk yetiştirme psikolojisi üzerine kitaplar (Alice Miller vd.) topluyorum. Bu kitaptan da haberim vardı; şimdi sizin paylaştığınızı görünce sipariş verdim. Okuyacağım ilk fırsatta.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf