Vanishing Half: Bir kimlik, öze dönüş, öteki'ni anlama romanı

Uzun zamandır okuduğum bir kitap hakkında yazmamıştım. Ve sanırım bu kadar çok ve çeşitli konuya değinip düşündüren bir kurmaca da okumamıştım.

Vanishing Half, New Orleans'a bağlı, Mallard isimli siyahi ancak kendinden daha siyahlardan hoşlanmayanların yaşadığı, haritada yeri olmayan bir kasabada büyüyen ikizler Desiree ve Stella'nın hayatını anlatıyor. İkiz olmak, öz, kimlik inşaası, ırkçılık, öteki olmak gibi konuları benim alışık olmadığım bir perspektiften ele almış. Özellikle dönüşüm aşamasında olan ve göğüslerinden utanan trans bir erkek (Reese) ile siyahlığından hep utandırılmış ve çirkin hissettirilmiş bir kadının (Jude) yıllar süren aşkına arka planda odaklanması bence çok yaratıcı. Onların ilişkisini izlerken kendime bir sürü soru sordum. Özellikle Reese'nin hapsolup kaldığı kadın vücudunu temsil eden göğüslerinden utanıp yatağa asla çıplak girmek istemezken Jude'un yıllarca ten rengine duyduğu benzer uzaklaşma ve huzursuzluğun Reese'ye saçma gelmesi paradoksu hoşuma gitti. Kendimizde kabul edemediklerimizi başkasında, özellikle sevdiğimiz insanda kabul edebiliyoruz. Bana göre  ikisinin de bedenleriyle kurduğu ilişki sorunluyken ve iyileşme aşamasındayken, birbirlerine duydukları kabulleniş ve kendilerinden duyduğu rahatsızlık iyi anlatılmış. Biraz daha LGBTQIA+dünyasını keşfetmeye, hatta ana karakterlerde görmeye ihtiyacımız var. Yine de benim için Reese ile tanışmak ve onun hislerini anlamaya çalışmak güzeldi. 

16 yaşında, Mallard isimli tutucu ve ırkçı kasabayı,  kimseye haber vermeden terk eden ikizler, New Orleans'ta  hayatta kalma mücadelesi verir. 60ların Amerikasının şimdikinden çok daha ırkçı olması okuyucuyu hiç şaşırtmıyor tabii. İkizlerden daha sessiz-sakin ama planlı olan Stella iyi bir ofiste sadece beyazlara açık olan bir sekreterlik pozisyonuna başvurur. Açık ten rengi sayesinde, eğer yeterince özgüvenli davranırsa beyaz rolü yapabileceğini fark etmiştir.

İkizlerin yollarının ayrılış hikayesi de burada başlar. Stella'nın artık kendi yoluna gideceğini öğrenen ve bir daha ikizinden hiç haber alamayan Desiree kardeşini hiç unutamaz. Bu zamana kadar her şeyi birlikte yapmış, evden kaçmayı bile birlikte başarmışlardır. Desiree içim Stella'sız yaşam, özellikle ilk yıllar zorlayıcı geçer. 

Daha sonra iş yerinde tanıştığı ve aşık olduğu bir adamla evlenir. Bu evlilikten, uzun yıllar renginden utandırılacak ve teninin koyuluğu kitapta sürekli vurgulanacak Jude doğar. Ancak Desiree, kocasının onu öldürmeye varan şiddetine maruz kalmaktadır. Pek çok kadın gibi uzun süre farklı sebeplerle katlandıktan sonra bir gün- dönecek başka bir yeri olmadığı için- 14 yıl önce terk ettiği annesinin evine, Mallard'a dönmeye karar verir. 

Burada, hikayenin ırkçılık ayağının, kasabalının Jude ile olan ilişkisinde ayyuka çıktığını görürüz. Kitap boyunca Jude'un ten rengi yüzünden tutucu kasabada ve okulda yaşadığı travmalara şahit olmak bizi de zorlar. 

O sırada,  hikayenin ikizlerinden diğeri, Stella, beyaz ve burjuva bir hayat yaşar, beyazlardan başkasına açık olmayan bir sitede yaşar. Stella'nın seneler boyu kocasına ve kızına beyaz rolü yapmasına, bunun için ailesi ve geçmişi hakkında ardı kesilmez yalanlar söylemesine şahit oluruz. Onca zenginliğinin içinde, yakalanma paranoyaları ve yeni topluluğundaki kadınlarla kafasının uyuşmaması yüzünden arkadaşlık kuramaz. Kurduğu tek arkadaşlık da siteye taşınması büyük sorunlara yol açmış siyah bir kadınladır. 

Hikayenin Stella kısmında en çok şaşırdığım, iç huzursuzluğuna ve apaçık yalnızlığına rağmen yıllarca kurduğu ve pekiştirdiği yalanı yaşaması ve kızı öğrendikten sonra bile ikiz kız kardeşiyle yeniden bir ilişki kurmak gibi alternatiflere yönelmemesiydi. Burada toplum, aile baskısıyla birlikte Stella'nın sessiz ve korkutucu iradesini gördüm. Onca yalnızlık, kaliteli bir hayat uğruna kurulmuş neredeyse sevgisiz bir yaşamı sonuna kadar sürdürebildi, en azından kendi gerçeğini kocasından hep sakladı.

Hikayede elbette ikiz kardeşler Mallard'da buluşuyor. Artık saçlarına aklar düşmüş halde, kızlarının bir çeşit mesafeli arkadaşlığı sayesinde sonunda birbirinden haberdar oluyorlar. Desiree'nin öfkesi bana biraz az geldi. Yeni kurdukları hayatı tek bir cümleyle terk edilip yıllarca sesini duymadan yaşadığı kardeşini, benim algılayamadığım bir sakinlik ve çabuklukla benimsedi. Belki özlemden, belki yaştan, bilmiyorum. 

Sevindiğim kısım Stella'nın her şeyi bırakıp yaşlılığında kardeşine dönmesi gibi bir romantik sondan kaçılması oldu. Sona doğru yaklaşırken içimi bir korku sarmıştı ikizler nihayet buluştu her şey unutuldu gibi bir sona bağlanacak diye. Yazar o noktada hataya düşmemiş, uzun seneler yabancı gibi yaşanan iki farklı hayatın sadece kan bağı ve çocukluk yıllarının hatrına birleşmeyeceğini görmüş. 


Brit Bennett'i de unutmamak için buraya koydum. 

Burada da kendisiyle yapılan bir röportaj: https://www.theguardian.com/books/2020/jul/05/brit-bennett-last-week-was-truly-the-wildest-week-of-my-life





Röportajdan yazarın oldukça içedönük biri olduğunu öğreniyoruz. Yazma süreci bolca yalnızlık gerektiren bir süreç ve yaratıcı insalrın gururla içedönüğüm demesi ayrıca hoşuma gidiyor.

What has been the best thing about living alone in this time?

Nobody getting on your nerves except for yourself! I am very much introverted by nature, so I would have felt much worse if I were constantly trapped around people this whole time. For me, it’s been a very productive quarantine. I’ve been able to channel my virus-anxiety into working.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf