Başka kışlar




Bu kış kendimi başka yerlerde buldum. Soğuk burnumu sızlattı genelde. Bu köprüden, rüzgar gölün sularını gelişigüzel fırlatırken geçtim. Kış canımı eskisi kadar sıkmıyor. 

İnsanlara bakıyorum. Olayları kabul ediş, karşılayış şekillerine. İnsanlarda en çok buna bakıyorum sanırım. İçim rahatlıyor. Benimle aynı yerde, benden bambaşka insanlar. Neye gülüp geçiyorlar ve tehlikeyi nasıl göğüslüyorlar? 

Sonra, insanın içindeki korkuyu kolay kolay kimseyle paylaşmadığını hatırlıyorum. Gördüklerimin ne kadarı doğru bilmek isterdim. Belki öz denen şeyi bilmemek çok daha iyidir. 

Kışın bu gününe gelene dek epey yoruldum. Aynı anda üç dört iş halletmem gereken günler oldu. Ya da ben günleri gözümde büyüttüm de büyüttüm. Şimdi yavaşça tembellik haline kayıyorum. Christmas ve tatil.  Ruhum da buna alışabilecek mi? 

***

Kaygılı bir insan sayılmam. Hatta kimileri az kaygılandığımı bile söyler. Hayatın yavaş aktığı bir İskandinav ülkesinde yaşamak bana kaygı dediğimiz şeye dair daha derin ve can acıtıcı bir gerçek gösterdi. 

Danimarka çatışmadan hoşlanmayan insanların ülkesi. Hayat yavaş, sanki herkesin ''bugün huzursuzluğu elimdeki imkanlarla nasıl en aza indirebilirim'' sorusuyla sabahları yola döküldüğü bir düzende akıyor. Bu ruh haliyle evden çıkan kişi, bisikletini park yerden alırken denk geldiği komşusuna gülümsüyor. Acele etmeden, kurallara uyarak tamamladığı kısa yolculuğu bir devlet dairesinde sona eriyor diyelim, gün boyu elindeki sıra numarası ile bir adres değişikliği ya da kimlik yenilemesi için sıra bekleyen insanları gülümseyerek karşılıyor. İnsanda var olan sabır, birden ona ilerleyen bir gösterge ile ölçülse, onun sabırı hala on. Sağlayacağı servise ihtiyaç duyan kişiyi, her gün onlarca kere yaptığı halde, bıksa bile yaptığı işin gerekliliğine inanarak dinliyor. 

Danimarka birbirine güvenen insanların ülkesi. Burada güvenden bahsederken bile, içimden bir taraf neden bahsettiğimi hala tam olarak bilmiyor. Kişilere, kurumlara ve kurumlarda çalışan kişilere güven. Bir işlem için yazılı onay almadan, telefonda söylenenlere inanmak. Telefonda böyle söylemiştiniz diyerek hak arayabilmek. Bir markette, fişini kaybettiğin ama şişesi ile gittiğin bir ürünü, dün bunu buradan almıştım diye değiştirebilmek. Geleceğim diyen kişilerin tam vaktinde gelmesi. Yasanın sana hak tanıdığı her şeyi, çalışan kişinin kişisel tercihine, o gün sinirli olup olmadığına bakmaksızın elde edebilmek. En önemlisi, tüm bu süreçler olup biterken 'bir şey olursa kendimi nasıl savunurum' diye içten içe hesaplar yapıp durmamak.

Bu bende öyle otomatik hale gelmiş ki, daha yola çıkmadan kişilerin bana çıkarabileceği zorlukları kafamda tasarlayıp hakkımı ne şekilde savunacağımı kendi kendime prova ederek yetkilinin karşısına çıkıyorum. Bu yetkili, bir hafta önce aldığım tencerenin satıcısı, evi ilaçlatmak için tuttuğum böcek ilaçlama firması, paketimi yanlış adrese kargolayan firma çalışanı, ya da günlük hayatta karşımıza 'sorun' olarak çıkan, 'kurallar böyle' diye karşımıza sertçe dikilen herhangi biri olabilir. O farazi kişiye o kadar hazırlıklıyım ki, kendimi ezdirmemek, gece yatağımda olay anında söyleyebileceklerimi düşünüp kendi kendimi yememek için, hazırda cümleler tutuyorum aklımda. Bir aksilik karşısında geri adım atmamalı, kendimden emin davranmalı, tavrımın kesinliği sayesinde istediğimi elde edebileceğimi unutmamalıyım.  Okulda bile bunu öğrenmişim küçükken: kimseye güvenme, hakkını ara, ses çıkar. Seni kandırmaya çalışanlar olabilir, sakın kanma. Dünya tehlikeyle ve her saniye seni kandırmaya çalışabilecek, iyi huyluluğundan ya da yumuşak başlılığından yararlanmaya çalışacak insanlarla dolu. Hakkını aramayabileceğini sezerlerse, bittin. Aynı olayda 'dişli' birinin bir paragraf nefes almadan konuşarak elde edebileceği 'hakkı, ürünü, sırayı'. her neyse-  elde edemezsin. 

Yirmili yaşların başında en yakın arkadaşlarımdan biriyle arabayı park etmek için  park halindeki aracın çıkmasını bekliyorduk. Dörtlüleri yakmıştı, şoförle bakışmış, gülümseyerek anlaşmıştı. Park halindeki araç yerinden çıkar çıkmaz, kaşla göz arasında, boşalttığı yer arkadan gelen başka bir araç tarafından dolduruldu. Arkadaşımla o kadar şaşırdık ki dilimiz tutuldu. Birkaç saniye sonra, pencereyi aralayıp 'park etmek için ben bekliyordum, orası benim yerim' diye bağırdı arkadaşım. Orta yaşlı bir adam bize doğru sırıtarak, 'ağzını açıp beklemeseydin o zaman' dedi. 

Bu anı benim için daha sonra günlük hayatta karşılaştığım travmatik olayların bir sembolü oldu. Her delikten kendi çıkarı ve mutluluğu uğruna başkasının varlığını ve haklarını yok sayan, birine kolayca  ' ağzını açıp beklemeseydin' diyebilecek insanlar çıkıyordu. Bu insanlara, özellikle bir kadın olarak, nasıl cevap vermem gerektiği üzerine çok düşündüm. Hayli duyarlı kişi ve içedönük olmak da işimi hiç kolaylaştırmadı.

Bugünlerde de daha fazla yaralanmamak için çokça antrenman yapıp geliştirdiğim kaslarımı yok etmeye çalışmakla uğraşıyorum. Kimse sana ekstra zorluk çıkarmayacak diye tekrarıyorum içimden bir sorunu çözmeye çalışırken. Hataları, otomatik savunma mekanizmamı geri plana atarak göğüslemeye, kimseye öfkelenmemeye çalışıyorum. Yıllarca geliştirmek için çabaladığım kasları eritmek öyle kolay olmuyor. Bzen kendim bile fark etmiyorum onları kullandığımı. Üniversite harcını ödemeyi bir telefon konuşması ile öteleyen arkadaşıma, ''yazılı onay aldın mı, ben olsam telefonda söylenene güvenmezdim'' derken fark ediyorum. Neden böyle dediğime şaşırıyor. Ama öyle söyledi fakülte sekreteri diyor. Daha fazla üstelemiyorum. Ama aklımda hala, ya ertesi gün böyle bir konuşma yaptığını hatırlamadığını söylerse sorusu dolanıyor. Demek o kişi her şeyi hatırlıyor. 


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf