BULUTLAR
Trendeydim. Eskişehir'e gidiyordum. Arka koltuğumda dört-beş
yaşlarında, annesinin yapma Ceren, sessiz
ol Ceren diye söylenip durduğu bir kız oturuyordu. İlkbaharı pas geçerek geleceği belli bir yazın eşiğindeydik. Serin cama alnımı yaslayıp koşarak geçen
ağaçlara, iki tarlanın arasında içinde kimin yaşadığını merak edip durduğum
kulübeye, tarlada çalışan kadınlara bakıyordum.
Ceren solundaki geniş pencereden trenin hala yutup geçmediği görüntülere dair bitmek bilmeyen, cevabına
sabredemeden diğerine atladığı sorular soruyordu annesine. Elektrik direğini,
koyunları, keçileri, derme çatma evleri, gökyüzünün rengini, neden bir rengi
olduğunu merak ediyordu hatta.
Yanağını camdan çek, dedi annesi.
Ben de onunla birlikte suçlu bir çocuk gibi camdan uzaklaştım, arkama yaslandım. Al şu
ıslak mendille ellerini sil, tozlu oralar, diye eline bir mendil tutuşturdu.
Ceren öfledi, Bulutları yakalıyordum, çok hızlı kaçıyorlar, dedi. Sağ elimi
cama yasladım, akıp giden bulut kümelerini baş parmağımla işaret parmağımın
arasına aldım. Dediği doğruydu, hemen kaçıp gidiyorlardı. Yine de zevkli bir
oyundu. İnsan bir saniye de olsa bir bulutu yakalayabildiği hissine
kapılıyordu.
Bu bir saniyelik hisler uç uca eklene eklene bir ömrün kilometre
taşlarını, bizi hayata bağlayan tutkalı, düşmeye yakın beliriveren eli,
dünyanın kire pasa rağmen son bir umutla dönmesini sağlıyordu. Kışın uzun
karanlığından sonra tül perdenin aralığından sızan güneşle uyanmak, kızgın
kumdan denize yapılan düz koşunun kavrulan ayağın suyla buluşmasıyla sonlanması,
şezlongun üzerinde iki biralı, hülyalı gecelerde beliriveren o iki yıldız, bir
bebeğin yumuk buruşuk ayaklarına ilk temasın hatırına yaşayıp durmuyor muyduk.
Uzat ellerini bakayım, dedi
annesi. Ceren yine öfledi. Bulutları serbest bırakıp parmaklarını annesine
uzattı. Limon kokan bir mendil bulutların izlerini ovalaya ovalaya sildi
süpürdü.
Yorumlar
Yorum Gönder