Jump and the net will appear


Bu cümleyi bir yerde gördüm. Bu sıralar sevdim. Belki üç-beş ay sonra sevmem. Yalanmış, derim. Ağ falan yokmuş. İnsan bir cesaret atlayıverince dizi parçalanıyor, üstü başı toz oluyormuş. Ama belki de şöyle derim, Ağ da ne sağlammış! 
Bana her seferinde çok yüksekten atlıyormuşum gibi geliyor. Önce uzaktan görüyorum. Merak ediyorum.  Düşünmesi bile hoşuma gidiyor. Sonra, Neden Olmasın, demeye başlıyorum. Aklıma yer ediyor. Ulaşana kadar zorluyorum. Ulaşmaya yakın korkmaya başlıyorum. Yüksekliği gözümü korkutuyor. Tepeleri sisli puslu, karanlık geliyor. Olduğum yerde, bildiğim karanlıkta durmanın huzur veren yanılsamasına kapılıyorum.  Ama o, orada, gözümün önünde durmaya devam ediyor. Kendimi tutunduğu, sarıldığı her şeyi bırakmış çırılçıplak o yüksekliğe koştururken buluyorum sonunda. Kaybedilecekler, özlenecekler bir endişe bulutu olup tepemde dönüyor. Elimle savuşturuyorum. Bu hikayeyi bir yerden biliyorum. Defalarca aynısı gelmiş başıma. Defalarca birinin yaşadığı evin ikincisi olmuşum. Bir yatak, bir çalışma masası, pencerenin önünde hayaller kurmuşum. Defalarca ilan koymuşum gruplara. Eşya aramış, eşyadan kurtulmaya çalışmışım. Kitaplarımı toplarken altı çizili cümlelere bakmışım, gözlerim dolmuş. Kutulara doldurmuşum, rica minnet bir arkadaşımın balkonunda kendine usulca yer bulmuş. Her seferinde eşyaya bağlanmamaya karar vermiş yine her seferinde bir film afişi, bir kartpostal, bir düğme, bir iğneyle bile vedalaşırken zorlanmışım. Nedense hepsinin bir hikayesi varmış.  Kendi halinde öylesine ve özgürce duran eşyalara hep bir anlam yüklemişim. Kafamda hepsine iki cümle yazmışım. Böylece benim olmuş. Defalarca yeni birine alışmış, onunla kahve içmiş, onunla tenis maçı izlemiş, onunla dedikodu yapmışım. Ona sinir olmuşum uyumadan önce, ona özenmiş, ona anlatmış, ondan çekinmişim bazı günler. Nevresim takımlarımı oradan oraya taşımış, hep en renklileri seçmişim. Azıcık daha az renk olsa yalnızlıktan ölürüm gibi gelmiş. Renkler beni canlı, mutlu, hilal gibi göstermiş. Ama bazen içim karanlık, korkulu, alacalı bulacalıymış. Bunu da gören az olmuş. Bazen ertesi güne uyanmaktan, evimin önünden geçen tramvaya binmekten, sabahın dokuzunda hala aydınlanmayan havadan, parkta sandviç yiyenlerden, masa telefonumun çalmasından, toplantılardan, bankalardan korkmuşum. Pazar gecesi yüreğimde huzursuz bir kıpırtıyla uykuya dalmaktan, tatsız yemeklerden, kendi dilimde konuşamamaktan bunalmışım. Bir dönerciye gitmişim, duvarında halı asılıymış. Orada kendimi evimde zannederim sanmışım. Bir bardak demli çay ev demek değilmiş benim için. Ev en büyük korkularını anlatabildiğin insanların olmasıymış. Onların da bu korkuları en az bir kez yaşamış olması, bunu da söylemeye kalmadan gözleriyle anlatabilmesiymiş. Böyle bir evden ayrılmak, ki sen bu evde artık nefes alamadığını, kin ve nefret dolu insanların arasında her şeyin çok güzel olacağına inanmadığını söylesen de tırmanıp tırmanıp en tepeden atlamak demekmiş. Bu kadar yüksekten atlayan, ağın olup olmadığına da bakmazmış zaten. Bir yerlerinin elbet yara alacağını, bu yaraları da bir şekilde saracağını bilirmiş. Ağ tam da buymuş işte. Hallederim diyebilmek, yolun sonunda ışık görünmediğinde ışık yeniden belirene dek hayal edebilmek, insanın düşerken kendi kendine ördüğü sapasağlam bir şeymiş. Bir mucize, bir süper kahraman yokmuş. İnsanın en kötü anında kendi kendine yapabildiği espriymiş ağ. 
Yine atlama zamanı geliyor. Tırmanma kısmı bitti sayılır. Paketleme, toplanma, vedalaşma mevsimi yaklaştı. En mutlu olduğum günde bile bir doz kaygılanıyorum. Sanki ben bunları zaten yaşamış, denemişim gibi geliyor. Ama sonra ya daha fazlası varsa diyorum. Görülmedik bir gün batımı, bilinmedik bisiklet yolları, değişik kuş türleri, alışık olmadığım insanlar...Ya oradalarsa.. Ve işin garibi hep oradadırlar. Orada, bilinmedik sularda keşfedilmeyi bekleyerek yüzerler. Ve ben hep sonunda iyi ki atlamışım derim. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf