İşsizliğin dayanılmaz hafifliği


Dört yıl önce yüksek lisansımı bitirip eve döndüğümde okumadığım kitapları okumaya başlamıştım. Biri de Oblomov'du. O sıra bana iyi gelmemişti. Evde saatlerce film izleyip kitap okuyor çok az insanla görüşüyordum. Uzun süreli yalnızlık insanı özletiyor. Herhangi birini. Konuşup anlaşabilecek,bir benzerimiz olduğuna inandıracak biri. Oblomov üşengeçliğime üşengeçlik katmıştı, yarıda bıraktım. İnsanların arasına karışmak, dertlerine ortak olmak, onların da bir şekilde beni duymasını istedim.
O dönem bir anda bitti.Kendimi seyahat ettiğim, aynı anda birden çok sorun çözdüğüm, iki telefonla yaşadığım bir dünyada buldum. Adrenalin hoşuma gitti. Her yeni tanışıklıkta ve zorlukta midemde huzursuz ama tatlı karıncalanmalar oldu. İlk zamanlarda beni heyecanlandıran her şeye alıştım fark etmeden. Alışmak kelimenin de hissettirdiği üzere çok ağır, çaktırmadan oluyor. Kimi zaman hayat kurtarıcı, kimi zaman bünyede sinsi sinsi ilerleyen bir hastalık. Yeniden cesaret etmeyi, bilinmeyen sulara girmeyi imkansız kılıyor. Yapamazsın diye fısıldıyor geceleri, karnına ağrılar sokuyor insanın.
Bizim türümüze ikide bir nankör diyorlar ya hani, soğukta sıcağı ister, sıcakta aman yandım der soğuğa kaçar diye...Belki bu bilinçsiz 'nankörlük'tür bizi hayatta tutan. Bazen yetinmemeyi bilmek, fazlasından usanmaktır. Çok çalışmaya da çok boşluğa da sinirlenebilmektir. Bazen Katip Bartleby olup ''yapmamayı tercih ederim'' diyebilmek, tembellik hakkını savunabilmek, bazen de bir arıyı, karıncayı kıskandırırcasına, Tesla'dan kalır yanımız olmadan çalışabilmektir. Tam da burada ne için, neye ve nasıl çalışacağız soruları ortaya çıkıyor. Tesla gibi çalışacaksak muhakkak tutkumuz olan alanda çalışacağız, arı gibi çalışacaksak yine en iyi olduğumuz alanda hem kendimiz hem başkalarına faydamız olsun diye. Doğada ya da çalışmanın felsefesini çözmüşler arasında neye hizmet ettiğini bilmediği, yalnız başkasının faydasına işler yaparak mutlu olan kimseyi görmedim. Bütün toplumsal sorumluluk işlerinin özü önce kişisel tatmine dayanıyor. Hayatın bize dokunduğu, yaralar açtığı, bizi gülümsettiği, duygudan duyguya soktuğu alanlarda çalışmayı seviyoruz. Bunun haricinde yapılan işler gönülsüz çalışmaya, insanın özgürlüğü parçalara ayrılabilen bir puzzle ise en gerekli parçaları feda etmeyi göze almaya giriyor. Başka bir yolun olmadığını durmaksızın kendimize ve çevremize telkin ediyoruz. Ama hayat Sartre'ın dediği gibi olasılıklar yönünden zengin bir sonuçtur. Hiçbir şeyin olduğu gibi olması gerekmez. Yapıyor olduğumuz şeyleri yapmak konusunda kendimizi ikna etmişizdir. Ve yine bu ikna gücümüz sayesinde başka türlüsünün olamayacağına inanarak kendimizi kısıtlar, özgürlüğümüzden vazgeçeriz.
Bugün bir kafenin pencere kenarına oturdum. Çalışanları izliyorum. Karşımda orta yaşlı bir adam motor tamir ediyor, eğilip kalkıyor, kaynak makinesini usta ellerle kullanıyor. Kafasını kaldırmadan, dünyada yalnız o ve motoru varmışçasına konsantre olması hoşuma gidiyor. Yine de bilmiyorum, ne düşünüyordur. Benim tutkuyla çalışmak sandığım tamamlanması gereken koca bir yük müdür omuzlarında. Bunu kişinin kendisinden iyi kim bilebilir? 
Bisiklet binen çocuğa, telefondaki bilgisayarcıya, tamiri biten motorunun karşısında keyif çayı içen adama bakıyorum. Gerçek olması gerekmeyen hikayeler kuruyorum onlar için. Onlar adına sevinip üzülüyorum. Bilmedikleri hikayelerin kahramanları yapıyorum onları. Çaktırmadan heyecanlanıyorum. Belki  benim de en iyi yaptığım budur. Başka dünyaların mümkün olduğuna önce kendim inanmak sonra tanımadıklarımı inandırmak.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf