IT IS OK TO...

Son yıllarda farklı vesilelerle bana en çok sorulan soru çok kültürlü bir ortama uyum sağlayıp sağlayamayacağımdı. Bu soruya hiç düşünmeden evet cevabı veriyordum. Farklı uluslardan bir sürü arkadaşım oldu, yurt dışında çalışma tecrübem var diyordum. Buna yürekten inanıyordum da. Meğer çok kültürlülük nedir bilmiyormuşum. Bir Yunan, bir Fransız, bir Rus arkadaşım olduğunda, onlarla ortak bir dilde konuşabiliyorum diye  kendimi uluslararası ortam tecrübesi var zannetmişim. 
Bugünlerde çok kültürlülük üzerine düşünüyorum. Slovenya, Norveç, Fransa, Avusturya, Moldova, Ispanya, Rusya, Avustralya, Bulgaristan, Hollanda, Estonya ve Danimarka'dan gelmiş on yedi kişiyle haftanın 35 saati açık bir ofiste çalışıyorum. Bazen kafamı kaldırıp çalışma şekillerine, kendilerini nasıl ifade ettiklerine, rahatsız oldukları bir konuyu nasıl dile getirdiklerine bakıyorum. Bir rahatsızlığı dile getirmenin bir ya da iki yolu var sanırdım. On farklı yolu olduğunu gördüm. Beşine şaşırdım, ikisini doğal buldum, üçünü anlayamadım. Sinir bozucu derecede direkt olanlarla, lafı çevirmeyi ya da içine atmayı seçenlerle karşılaştım. Önceleri bunu kişilikle karıştırdım. Sonra, gittiğimiz yere kendimizle birlikte çalışma tecrübelerimizi, toplumsal yapı tarafından meşru kabul edilmiş ve içselleştirdiğimiz bir takım alışkanlıklarımızı (Bourdieu tabiriyle habitus'umuzu) ve geçmişimizi taşıdığımızı fark ettim. 
Bazı şeyler çok basit görünür, gözümüzün önündedir ve anladığımızdan tabii ki eminizdir. En tehlikelisi anladığımızdan  emin olduğumuzu zannettiklerimizmiş. Emin olduğumuz andan itibaren üzerine düşünmüyoruz. Bilgiye sahip olduğumuz yanılgısı soru sormayı engelliyor. Ben de çok kültürlü bir iş ortamını bilmediğimi kendime itiraf ederek işe başladım. Başka bir ülkede iki üç farklı ulustan insanla aynı ortamda bulunmak çok kültürlülüğü bilmek değilmiş. Çok kültürlülüğü çalışma şekli, işleyiş felsefesi olarak kabul etmiş bir yerde veya işte deneyimlemek, ona uygun hareket edebilme kabiliyetine sahip olmakmış aslında bilmek. Bir kere kabul edince gördüklerim üzerine düşünmek kolaylaştı.
Bir huzursuzluğu belirtmenin on farklı yolu olduğunu görünce kendi seçimlerim, üslubum üzerine de düşünmeye başladım. Kaçı benim karakterim, kaçı içinden geldiğim toplumun yansıması? Kaçını ben oluşturdum ya da seçtim, kaçına maruz kaldım? Hasarsız kurtulduğumu sandığım bazı kültürel normlardan bayağı sıkı darbe almışım. 
Uzun bir süre hayatıyla ilgili konuşmayan, soruları kısa cevaplarla geçiştiren insanları soğuk, sohbeti sevmeyen insanlar sandım. Anlamaya çalışarak baktığımda aslında öyle olmadığını gördüm. Hatta aksinin onlara anormal geldiğini fark ettim. Neden kötüyken gülümsemek, istemiyorken konuşmak, her zaman herkese sırf iş arkadaşı diye nazik olmak zorunda olsunlar. Bu beklentimin kökenini sorgulayınca insanlardan her daim iyi, güler yüzlü, hayatını paylaşmaya açık olmalarını bilinçli ya da bilinçsiz talep ettiğimi gördüm. Her şeyin ulu orta konuşulduğu, konuşup paylaşmayanın komünde kendine yer bulamadığı ya da yaban muamelesi gördüğü bir kültürden geldiğim için mi? Misafirperverliği ile övünen, ısrar eden, onay bekleyen, sıcaklığı ve samimiyeti kendince tanımlamış ve norm edinmiş bir kültürden olduğum için mi? Peki neden benimki iyi ya da doğal onlarınki garip olsun?
Yukarıdaki görsel ofisin panosunda asılı. İlk birkaç hafta okumadım bile, bildiğimi zannediyordum. Sonra her cümlesini dikkat ederek okudum. Neden bu hatırlatmaların gözümüzün önünde durması gerektiğini anladım. 
Bazen bir şeyleri bildiğim yanılgısına kapılıyorum, sonra Hakan Günday'ın, kendini karanlık bir tünelde ışığı arayan birine benzetmesi geliyor aklıma. Kendime hala uzağım, anlayamadığım çok tarafım var. Başka kültürler üzerine düşünürken asıl yaptığım kendime biraz daha yaklaşmak. Bana garip gelen bir tavır gördüğümde şaşırır ve hemen bir yargıya varırdım. Şimdi yine şaşırıyorum ama yargılamayı bıraktım, anlamaya çalışma aşamasındayım. Üç ay önceki hilal'e sorsan, kimseyi yargılamadığını iddia eder, farklı kültürleri bildiğini söylerdi. Bir Fado, bir Rebetiko bilmek, Uzo içmek, Hygge'ye uyum sağlamak, yemekten önce 'apero' almak kültür bilmek olmuyormuş. Yoğurtlu iskenderi bilip rakı sofrasında Türk arkadaşlarıyla sohbet edebilen birinin Türkiye kültürünü bildiğini iddia etmesine benziyor. 
Üç ayda pek de bir şey bilmediğimi anladım. En büyük kazanımım da bu oldu sanırım. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf