Çıplaklıktan Korkmamak

Yazmak istiyorum diyorum herkese. Soran, sormayan. Bir gün Lyon'da, on sekiz yaşındayım. Yarım yamalak Fransızcamla orada tanıştığım, uydurma bir karakter olmayan Pierre'le nehir kenarında yürürken, insanların hayallerini belki olur umuduyla yazdığı alçak bir duvar görüyorum. Kimse görmeden, yazmak istiyorum, yazıyorum. Yazar olmakla ilgili büyük bir takıntım yok. Sadece yazmak istiyorum. Hayati olan, ulaşmam gereken, sanki ulaşılabilecekmiş ve bana başkaları tarafından temin edilebilecek, hak görülebilecek bir eylemmiş gibi. Belki de sadece kendime söylüyorum. Ama bir kanıta ihtiyacım var. Yerden bulduğum tebeşire benzeyen bir taşla, diğer hayallerin arasına karalamak en büyük kanıt. 

Pierre'in gözünden kaçmıyor. Ne yazdın oraya diye soruyor. Yazmak istiyorum diyorum. Bu hayatta gerçekten istediğim tek şey ve ulaşamayacağıma da nedense her şeyden çok inandığım tek şey bu. 

Seneler sonra, on yılı aşkın, sayısını bilmediğim seneler sonra ,Pierre bana Facebook'tan mesaj attı. Arada bir beni yokluyor, yeni doğan çocuklarından, sevgilisinden, hayatındaki büyük gelişmelerden bahsediyordu. Benimse ona bir kez bile nasılsın demişliğim yoktu. Karşılık beklemeden hal hatır soran, irtibatta kalmayı beklentisiz becerebilen insanlardandı. 

O mesajının devamında, yazma hayali nasıl gidiyor diye sordu. Bunca yıl onlarca arkadaşıma yazdıklarımı okutmuş, yayımlanan öykülerimi göndermiş, kafamdaki tasarılarımdan bahsetmişimdir. Hala kimse, ben anlatmaksızın yazma işi nasıl gidiyor demez. Üzerinde çalıştığın bir iş, yeni bir fikrin var mı diye sormaz. Bu kısmım bir türlü akılda kalan, merak edilen tarafım olmamıştır. Zaman zaman bu durumu garipser, bazen içerlerim. Neden kimse hatırlamıyor? Pierre'in hatırlamasına da en az hiç hatırlamayanlar kadar şaşırdım. Hala deniyorum, dedim. Erken yaşta farkına vardığım, karar verdiğim bir meselede bu kadar yavaş olmak canımı sıktı. Pierre'in yeterince ciddi olmadığımı düşüneceğinden korktum. Oysa ne isterse düşünebilirdi. Belki bir daha görüşebileceğimiz bile yoktu, yazmaktan, edebiyattan da pek anlamıyordu. Sadece hatırlıyordu. İnsanlarla ilgili küçük görünebilecek detayları hatırlayabilmek gibi büyük bir  yeteneği vardı. 

Ara sıra hala o nehir kenarındaki günü düşünürüm. Gelecek parlak, bir o kadar da korkutucuydu. Yeni bir dil öğreniyor, yeni dünyalar keşfediyor, tanıştığım herkes tarafından fark edilmek ve sevilmek istiyordum. Geri planda, uzun süre sessiz kalmaktan ödüm kopuyordu. Hangi kültürde olursa olsun, genelde orta yaş üstü göbekli erkekler, bir ortamda sessiz kalmamdan rahatsız olup beni eleştiriyordu. O zamanlar bunu iyi niyetli girişimler olarak görüyordum. Mesela, ne kadar utangaçsın diyorlardı daha beni tanımadan. On beş kişilik bir akşam yemeğinde sessiz kaldım ve dinledim diye. Dinlemeye bayılıyordum. İnsanları konuşurken izlemeye... Ne yaptığımı, neden yaptığımı anlamadan onlara, vücut dillerine hayranlıkla bakıyordum. Onlar beni görmese, sesimi duymasa bile ben hepsini görüp anlıyordum. Benim hayattaki rolüm de buydu. Gözlemci olmaya gelmiştim sanki. Arada bir, boşluktan faydalanıp yanıma yanaşan, pek konuşmadığımdan yakınan erkekler de olmasa kendi halimde mutluydum. Beni bir türlü rahat bırakmadılar.

Zamanla, söyleyecek zekice bir şeyim olmasa bile konuşmam gerektiği kanısına vardım. Herkes gibi söylemiş olmak için bir şey söyleyebilir, ortamdaki varlığımı kanıtlayabilirdim. O kadar da zor bir iş değildi. Bunu yapınca buldukları ilk boşlukta yanıma gelip beni kendilerince utangaç- sessiz kalıplara koymaktan vazgeçtiler.

On sekiz yaşında gelecek, ikinci el bir dükkanda uzun, sarı, hep istediğim tarzda bir etek bulmak kadar şaşırtıcı, planlamadan Paris'in en güzel caddesinde Tour de France'a denk gelmek kadar öngörülemezdi. Bu öngörülemezliğine bayılıyordum. Her sokaktan karşıma, beni elimden tutup hayal bile edemeyeceğim maceralara sürükleyebilecek bir fırsat çıkabilirdi. Hayatımda ilk kez Güney Koreli, İspanyol, Rus arkadaşlarım oldu. Bir markette dili zor döndüğü halde Fransızca satış yapan Çinlilere rastladım. Gördüğüm her yeni yüz, bana her şey mümkün diyordu. Bu adam bir vesileyle burada bir hayat kurmuş. Şimdi burada işte. Etrafıma bakıyor şimdi burada olan insanların ne karmakarışık hikayeleri olabileceğini düşünüyordum. Kendimi de onlardan biri yerine koyuyordum. Yıllar önce, en fazla kitap okurken bir dünyadan diğerine seyahat edebilen ben, ne kadar uzun yollar geldim. 

Sokaklarda gülümseyerek yürüyordum. Bir gün, hiç denecek kadar az param vardı. O kadar azdı ki, kaldığım yurt odasında internet bedelini ödemeye yetmemişti. Kiminin bir akşam yemeği bile etmeyecek internet bedelini ödeyememiş halimle, dokuz metrekarelik odamda çizgi roman okuyordum. Kafamı pencereden uzatıp odasında interneti olan, dünyanın başka bir ucundan kalkıp bu ülkeye gelmiş insanları düşünüyordum. Halim gözüme garip görünse de yine de kendime yetecek bir ben vardım. Gerekirse uzun bir yürüyüşe çıkar, müzik dinler,  defalarca okuduğum kitapları yeniden okur, yazardım. 

Birkaç hafta geçmeden, hesabımda bir daha hiç görmediğim kadar çok para gördüm. Benim yaşlarımda tanıdığım en zengin insan ben olmuştum. Hesabımdaki parayı gördükten sonra yatağa yüz üstü uzandım. Gülmeye, gülerken ağlamaya başladım. Bu ne biçim, ne garip, ne şekilsiz, dur duraksız bir hayattı. Hep böyle mi olacaktı. Kafasına göre ilerleyip, beni oradan oraya, duygudan duyguya savurup, birkaç gün önce internet paketi bile alamamış halimle dalga geçer gibi peş peşe rakamlar mı dizecekti hesabıma? Ben ne yapacaktım bu durumda, neye inanacaktım.

Hayat o günlerden sonra da hep, şaşırtmaksızın böyle ilerledi. En lüks otellerde konaklayıp, şehre tepeden bakan restoranlarda adını bilmediğim kokteyller içtikten sonra, eksi birinci katta, karınca istilasına uğrayan evlerde konakladım. Acı çektiğini gördüğüm kediye köpeğe ağlarken, evimi istila eden karıncaları korkunç yöntemlerle öldürdüm. Artık hayat ne diye sorulacak olduğunda, kafamda buna yakın şeyler beliriyor. Yine de cevabı kendime saklıyorum. Herkes kendi karıncasının sessiz celladı. 

Bunca sessizlik içinde, bunların bana oluyorken başkalarına olmamasını imkansız görüyor, yine de etrafımda gördüğüm sessizliği olduğu şekliyle kabul ediyordum. Oysa insan soyundukça, çırılçıplak kalmaktan korkmadıkça özgürleşir. Bunu keşke yirmilerindeki halim bilseydi. Çırılçıplak atlasaydı sulara. Diğerlerinin de o çok düzenli, çok dürüst, uzaktan harika görünen hayatlarında her gün, hiç yargılanmayacakları, kimseye itiraf edilemeyen suçlar işlediklerini bilseydi, büyütmeseydi onları kafasında.  

Çıplaklıktan korkmamayı hala öğrenemedim. Okuduğum kitaplarda en cesur hamlelerini desteklediğim karakterlerin cüret ettiklerinin çeyreğini kendi hayatımda açığa çıkaramadım. Hayat, bir yerde söylenmeyeni anlama ve açığa çıkarma işi. Bazen kimseden öğrenecek bir şeyim olmadığını düşünüyorum. Hepimiz öyle korkak, ünvanlarımızın, sahip olduklarımızın, nasıl tanındığımızın arkasına saklanan, yanlış yapmaktan, açığa çıkmaktan ölesiye korkan insanlarız. Kimin tavsiyesini dinleyeyim. İnsanın, her şey yolundayken, belirli şartlar altında iyi olmayı, iyi ve dürüst kalmayı başarabiliyor oluşu, şartların değişmesiyle birlikte yine aynı seçimleri yapabileceği anlamına gelmiyor.  

Seneler önce, daha on altı yaşındayken, misafir kaldığım evin buzdolabında, cam kavanoza saklanmış acı sosa benzeyen şeyi, dolapta başka bir şey ararken devirmiştim. Birazı dökülmüştü. Dökülenleri temizlemiştim. Ev sahiplerinin bayıldığı bir karakter değildim. O yüzden gidip suçumu itiraf etmedim. Ama suç benimle gece yatağa geldi, uykumda huzursuz etti beni. Bunu kafaya takacak bir aileyle kaldığımı, sorunun bir yerden patlak vereceğini biliyordum. Öyle de oldu. Evin titiz sahibi buzdolabındaki lekeleri görmüş. Kimseye sormadan, kafasında bu sakarlıkla örtüştürdüğü kişiyi, benim arkadaşlarımdan birini, herkesin ortasında suçladı. Arkadaşım böyle suçlamalara her gün denk geliyormuş gibi atak bir tavırla gerekli cevabı verdi. Sonra doğrudan işine döndü. Bir daha konuyu bile açmadı. Uzun süre benim yüzümden suçlandığını ve ses çıkarmadığımı düşünerek acı çektim. Acı çekmek beni herhangi bir itiraf eylemine yöneltmedi. Sanki acı çekiyor olmam yeterliydi. Neden gidip her şeyi iyice karıştıracaktım. Hem arkadaşım olayı zaten çoktan unuttu diye avutuyordum kendimi. Konuştuğumuzda da ruhu bu olaydan hiç etkilenmemişe benziyordu. Bu avuntularla iç sesimi susturdum, kimseye bir şey söylemedim. Ama bu olay, kendi hakkımda uzun yıllar bana çok şey söyledi. Hala aklıma geldikçe kendimi daha net görmemi sağlıyor. Buraya yazarak onu silinemez, unutulamaz hale getiriyorum. İşte çıplaklıktan kastım da bu. Gereksiz yük taşımamak. Korkmamak. Azizlerle çevrili bir toplumda yaşamadığımızı unutmayarak olabildiğince açık olmak. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf