in Bruges



Yazıya filmin soundtracki ile başlayalım, kuru kuru gitmeyecek şimdi..Play tuşuna bastıysanız hadi devam.


Herkes gibi In Bruge'ü izleyip filmin zeka dolu dialoglarına, şaşırtıcı hikayesine, Colin Farrel'in oyunculuğuna ve tabi filmde gördüğüm Bruge'e hayran olduktan sonra yolumu bir şekilde oraya düşürdüm.Filmden önce Bruge'ün hangi ülkede olduğundan bile haberim yoktu. Gitmek kolaymış.Brüksel'den bir saat uzaklıkta ve her saat başı tren var. Trenden iner inmez büyük bir turist kafilesiyle şehir merkezine çıkan düz bir yoldan yürüdük. Japon turist kafilesi gibiydik aslında;.neyse ki şehir merkezine gelince yollarımız ayrıldı. 
Hiç bu kadar küçük bir şehirde böyle fazla turist  görmemiştim. Filmden önce adı bilinmeyen şehir Belçika'nın mutlaka gidilip görülmesi gereken yerlerinden biri haline gelmiş. 
Filmin iki ana karakteri kiralık katil. Cinayet mahalinden uzaklaştırılıp patronları tarafından Bruge'e gönderiliyorlar. Colin çapkın, haşarı, yerinde duramayan bir karakter olduğu için film boyunca bu 'fucking Bruge''de ne işimiz var diyor.  Bu fucking'lerin videosunu  bile yapmışlar, merak etmişsinizdir diye : 
Sokaklarda o gözle gezindim biraz, 3 günden sonrası bayar valla hak verdim Colin'e. Bazen de kanaldan, köprülerden, yel değirmenlerinin yanından geçerken, filmimizin diğer kiralık katili Brendan Gleeson gibi düşündüm. Kendini etrafındaki tüm değişimlerden korumuş, nefes kesen, hayaller kurduran, her yerde karşılaşılamayacak  bir şehir Bruge. Belki beni en çok şok eden , Avrupa kurumlarının başkenti Bruksel'de 30 katlı binaların arasında gezindikten sonra bir trene atlayıp hala orta çağı yaşayan Bruge'ü görmekti: birbirine mesafelerle yakın, yaşantılarla ışık yılı uzakta iki şehir.

Filmde Brendan'la küçük bir şehir turuna çıkmıştık.
Bunlar da benim görüp çektiklerim

Bruge'de de Belçika genelinde olduğu gibi patates bira ikilisi çok popüler. Aşağıdaki barda muhtemelen hayatımda görüp görebileceğim tüm bira çeşitleri vardı. Küçük pasaj gibi bir yerde. İsmini şapşallık edip not etmemişim. Hemen girişinde de bu motosiklet duruyor.
Bu ipuçlarından yola çıkarak gitmek isteyen herkesin o barı bulacağından eminim :) 
En çok ilgimi çeken bu duvar yazılarıydı: Homer Simpson, Platon ve Benjamin Fraklin üçlüsü demiş ki içelim güzelleşelim be abicim..








Şehirde iki tane herkesin toplandığı, sokağa dökülmüş bar ve restoranlarda oturduğu merkez var. Zaten başka da böyle geniş alan yok. O yüzden turist olmanın çok zor olmadığı bir şehir. İnsanları takip et, şehir merkezini bul, yiyip içmeye fotoğraf çekmeye başla!









Bu da şehir merkezine çıkan küçük bir sokak. Şehre ilk ayak bastığım saniyelerde, gördüğüm tüm tuğla binaların fotoğrafını çekiyordum. Sonra fark ettim şehrin tamamen böyle binalarda oluştuğunu;çok geç olmadan  fotoğraf çekmeyi bıraktım.

Merkezden biraz uzakta peş peşe yel değirmenleri var. Yemyeşil bir alanda, bisikletle gidilebilecek mesafede. Ben filmde gördüğüm kadarını görsem yeterli diye düşündüğüm için etrafta ne var ne yok bakmamıştım. Tesadüfen arkadaşlarla karşılaştık :bisikletle yel değirmenleri tarafına gidiyoruz çok güzelmiş dediler. Yola çıktıktan sonra bisiklet parkurunda o tarafa gitmekle ne kadar iyi bir şey yaptığımı fark ettim. Bruge kesinlikle merkezdeki tarihi yapılar ve restoranlardan ibaret  değil. Imkan varsa bisiklet kiralanıp şöyle bir gezintiye çıkmak iyi olabilir.







Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf