Bizim Organik Olmayan Köyümüz



   Geçen gün gittiğim kafede, yan masamda iki genç kadın oturuyordu. Tatil için bir Ege kasabasına gitmişler, dönüşte de bir köyden geçmişler. Köy harikaymış, tek katlı bahçeli evlerle doluymuş, hatta bir evden tavuk sesi duymuşlar.  İnanabiliyor musun bahçelerinde tavuk geziniyor, dedi biri gülerek. Diğeri de, Hadi ya, çok harikaymış, diye cevapladı. Vay be diye düşündüm ben de. Keşke şu tavuklar babaannem ile dedemi görmek için yaz tatilinde ben köye sürüklendiğimde de popüler olsalardı. Birini boynundan yakalayıp yanak yanağa fotoğraf çekilseydim sonra da instagrama koysaydım. Ona Hayriye adını verseydim. Hayriye ile birlikte bizim köyün kırsal bağrından organik yumurtalı, gezen tavuklu eko köylere açılsaydık. Hayriye bu meseleye şaşırıp, gezmeyen tavuk mu olur Allasen deseydi. Ben de, Hayriye bu uzun bir mesele, kapitalist dünyanın canımızı sıkmasına izin vermeyelim, deseydim.
   Ama instagram yoktu, o yüzden ben de tavukların hepsine tavuk, bir iki horoza horoz, ahırın kapısında dikilip duran koca yaratığa da dana olduğu halde boğa dedim. Babaannemle dedemin köyün en tepesinde, iki katlı, saman çöpü kerpiç karışımı bir evleri vardı (Hala var ama dedesiz) Üst kattan koşunca alt kattakinin kafasına talaş dökülürdü. Talaş yağmuruna şahit olan babaannemse eğer, Goşmayın oh guzum, diye yukarı bağırırdı. Goşmayın demesine güler, daha çok koşardık. Tavan yıllar boyu döküldü döküldü de sanılanın aksine bir türlü bitemedi. Bir gün birinin tepesine yıkılacak şu ev, lafı köy evinin betonarmeye karşı kazandığı zaferle sonuçlandı. Ben de kaybedecek gibi olanın yanındaydım tabii.  Sobaya ayak parmağımı değdirerek çığlık atmayı seviyor, ateşi odunla körükleyip birbirine karışan alevleri izlemeye bayılıyordum. Orada, bir metal haznesinde hapsolmuş ateşin, dizgininden kurtulsa etrafını kasıp kavuracak denli gücünü hissediyor, ona üstünlük kurmaktan ilkel bir zevk alıyordum.
   Beni de dizginleyen, saatlerce avludaki tuvalette hapis bırakan biri vardı. Babaannemin pek kıymetli danası. Sosyal medyanın olmadığı dünyada adı yokken, şimdi yaşasa ona da Mahmut derdim. (Ne diyeyim Mahmut mu diyeyim’in Mahmut’u). İşte bu Mahmut, güneşli bir öğleden sonra , tam ben kapısını mandalına zor tutturduğum avludaki tuvalette işe koyulacakken, ahırından çıkıverdi. Gövdesi evin yarısı, durmaksızın sallanan kuyruğu tepesini attıranı bir uçtan diğerine savuracak cinstendi. Pijamamı toparlayıp nefesimi tutarak tahta kapının aralığından amacını kestirmeye çalıştım. Ahırda elini kolunu sallaya sallaya, bir serbest gezen tavuk misali dolaşıyormuş demek. İyi, bir gün cinleri tepesine binip bizim eve giresi tutmamış.
   O öğleden sonra Mahmut, ahırın kapısında, kıçı bana dönük, arada bir bağırarak dikilmeye başladı. Atların ayakta dinlendiğini biliyordum da danalara dair böyle bir bilgi verilmemişti. Tuvaletin stratejik konumundan ötürü -ev kapısı, tuvalet ve ahır bir üçgen oluşturuyordu- danayı sinirlendirmeden, hipotenüsten usul usul, parmak ucumda kapıya koşmak mümkün görünüyordu. Yine de emin olamıyordum. Ya koşacağı, arkasını döneceği, ne bileyim beni oyun arkadaşı falan sanıp kovalayacağı tutarsa. Kaçış planımı yeterince inandırıcı bulmayıp o sıra muhtemelen TRT müzik kanalı açık ikinci kattaki oturma odasının penceresini hedef alarak babaanneme bağırdım. Babaannem ünlemeleriyle ünlüdür. Ekmek evinden mutfağa, kümesten ahıra, köyün en tepesinde en aşağıda camiye yakın oturan Mürüvvet teyzeye ünler. Telefon kullanmayı hiç sevmez. Gerek de yoktur zaten. Kime ünlediyse beş dakikada çıkar gelir. Hayriye ve Mahmut’u da aynı yöntemle kuzuya çevirmiştir.  Ne var ki o gün sağır sultan, ezan için minareye çıkmış kötü sesli müezzin, hatta TRT’nin eli karnına bağlı sanatçıları bile eminim beni duydu. Bir babaannem şu Mahmut’u ahırına kışkışlamaya ya da beni kolumdan tuttuğu gibi eve sokmaya gelmedi. Ben de tahta kapıdan, yoksun kaldığım gökyüzüne bakarak kaybettiğim özgürlüğüme kederlendim. Bir daha asla sobanın yanında uzanamayacak, babaannemin üzerinde küçük karıncalar gezen bazlamalarını eleştiremeyecektim. O da bana onlar senden temizdir, diyemeyecekti. Didişe didişe bir yer sofrasında yemek yiyemeyecek, ayaklarım uyuştu diye söylenemeyecektim. Mahmut pes etmezse gece yarısına kadar pis tuvalette hapis kalacaktım.
   Yaklaşık bir saat sonra babaannem Mahmut’un haykırışlarını duyup aşağı indi. Onu bağıra çağıra ahıra geri soktuktan sonra kapımın önüne gelip neden kendimi tuvalete kilitlediğimi sordu. Anlatınca da bol bol güldü. Kapı önü oturmalarında, konunun tıkandığı noktada benim hikayemi ballandıra ballandıra kadınlara anlattı. Şehir çocuğu canım, danayı ne bilsin dediler benim için. Haklılardı. Yazdan yaza, rica minnet, ‘’of köyde yapacak bir şey yok’’ itirazlarıyla gittim hep. Gördüğüm dünyalara gözlerimi kapadım. Köy kahvesinin yanından koşar adım geçtim. Gören el öptürecek korkusuyla evden çıkmadım bazen. Köy köpeğinden, köy ısırganından, çamurlu yollarından korktum. Dört kanallı televizyonun ne zaman çok kanallıya döneceğini sorup durdum, insanları bunalttım.
Dedem hayattayken mısır tarlasına götürmüştü bizi.  Babamla dedem omuz omuza tarlada çalışırken, meyve ağaçlarının gölgesinde ikisini izlemiştim. Benim babam da demek bir başkasının oğluydu. Onun dediklerini yapıyor, adımlarını takip ediyor, gölgesine sığınıyordu. Birlikte mısır koçanlarını kucaklıyor, sohbet ediyorlardı. Babam gülümsüyordu. İkisini bir ömür orada hayal ettim. Dedem öldükten sonra babamın hüznünü bu hayale sığdırdım. Köyünden hiç çıkmamış, okumaya büyük şehre gitmemiş, bir ömür babasının oğlu olabilmişti. Hiç bilemeyeceğimiz başka bir hayatta, neden olmasın.
   Köy, sırt sırta, güneşin altında terleyerek çalışmak demekti. Sokak karanlığı, cırcır böceği, asfaltsız yoldu.  Evin damına konan baykuş ölüm getirir, müezzinin karısı harika fal bakardı. Köy, Çarşamba sabahları ilçeye giden koyu yeşil minibüstü. Peynir yapmanın kar etmediğini düşünen bakkal Hakkı, ilçeden birkaç kalıp tam yağlı peynir alırdı.  Almanya’dan gelen arkeologların bulduğu eski dönem kalıntılarından, gömülerden zengin olma hayaliydi köy. Asfalt geldiğine sevinmek, avlu çeşmesinden kana kana su içebilmek, yeşile değil kahverengiye alışmaktı. Eller kahverengi, yüzler yanık, diller de siyaha çalardı. Bazen koyu bir umutsuzluktu. İlkokul üçe kadar okumak, sonra kocaya varmaktı. Şalvardan, ağızdan, mesten utanmaktı. Ve uğraşıp didinip asla şehirli olamamaktı. Biraz kalp kırıklığı, biraz neşeydi kısacası.
   Benim bildiğim köy, şimdi çoluk çombalak, uğruna şehir hayatı bırakılarak taşınılan bir organik Ege köyü değildi. Bahçede romantik romantik dolaşan tavukları, romantik akşamları, hele romantik insanları hiç yoktu. Ama bir instagram fotoğrafı olsun diyorsanız illa, alırız Hayriye’yi yanımıza, bağlarız başımıza bir yemeni, biraz sonra tozunu toprağını silkeleyeceğimiz bir renkli şalvar çeker, glutensiz köy ekmeği yaparız. Sonra, kucağımızda Hayriye, ekmeği tadarken kameralara gülümseriz. El alem köy nedir görür, köyü olmayan kıskançlıktan çatlar, ‘’ay o tavuk ne şekerdi, nerden buldun’’ diye sorarlar. Milleti ortasından çatlatır, bir hafta sonu varoluşumuza anlam katarız. Yapar mıyız. Tabii yaparız, aşk olsun.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf