Hygge Hayatına Giriş

Hayatta ne zaman bir konuda erken yorum yaptıysam sonra hayal kırıklığına uğramışımdır. Kopenhag ile ilgili ilk gözlemlerimden bahsederken umarım aynısı olmaz. Yalnızca bir haftadır buradayım. Bir süre sonra bu ilk bir hafta gördüklerim muhtemelen hayatımın bir parçası olacak, bana artık tanıdık ve doğal gelecek. O yüzden belki ilk gözlemler değerlidir.  Geldiğimiz yer ile bulunduğumuz yer arasındaki farkları belki de en net haliyle bu ilk haftalarda görebiliriz. 
Yaşadığım yer şehir merkezinden kırk dakika uzakta. Metroya benzer bir trenle şehir merkezinde olan ofise gidip geliyorum. Her yerde İngilizce açıklamalar bulunduğu için kaybolmak imkansız. Buraya gelmeden bana defalarca söylendiği gibi sokaktan geçen herhangi birini  herhangi bir şey sormak için çevirmek çok kolay. Harika İngilizceleriyle yardımcı olmak için can atıyorlar. Trene ilk binişimde bisiklet vagonlarının çokluğuna şaşırdım. Yanımdaki Hollandalı arkadaşım, ''Bizde bisikletle metroya/trene binilemiyor'' diyerek bu bisiklet karmaşasını oldukça ayıpladı. Kendimi ilk defa cansız bir şeyden daha değersiz hissettim. Bir bisikletsever için harika bir his. Fransa'da bir kere el kadar bisikletimle iş saatleri içinde tramvaya bindim diye vatman bana özel anons yapmış beni ele güne rezil etmişti. Burada bisiklete yer vermezsen sinirleniyorlar. Bisikletin her çeşidi mevcut. Amsterdam'da şahit olduğumdan çok daha yoğun bir bisiklet trafiği var. Kullanmaya ve kurallara alışık olduğum halde biraz tırsıyorum. 
İş yerinde ilk haftam benim için planlanan tanışma toplantılarına katılmakla geçti. Bana askeriyeden gelmiş muamelesi yaptılar sorularım yüzünden. Ofis saatleri yok, hiyerarşi yok, çok açık ve doğrudan bir ilişki var, hayır diyebilmek var, ''hayır ben böyle düşünüyorum'' demek ve hatta ''ben bu tarz çalışmaya alışık değilim şöyle bir insanım'' diyebilmek var. Alışık olmadığım denli bir özerklik alanı. İlk haftamın nasıl geçtiği ile ilgili bir mektup yazmamı ve beklentilerimi not etmemi önerdi buranın yöneticisi. 6 ay saklayacakmışım. Sonra açıp ilk hafta neler düşündüğüme, düşündüklerimin nasıl evrildiğine bakacakmışım. Türkçe yazarsam ve ona vermek istersem benim için saklayacakmış. Fırsat bu fırsat ben de dürüst oldum. Dedim ben kart okutularak geçilen, katı saat kuralları ve hiyerarşisi olan bir sistemden geliyorum. Çalışma alanı olarak belirlenmiş bir kanepede ayaklarımı uzatarak çalışmaya, işe 10'da gelmeye, istediğim an kimseye haber verme zorunluluğu olmadan çıkmaya alışık değilim. Seninle konuşurken içimden sana 'siz' diyorum da dedim. Bu ne zaman geçer bilemiyorum. Ama biraz da bukalemun gibiyimdir. Bakarsın iki haftaya sizden çok hygge'ci olurum. Şimdilik bilemiyorum, dedim. O da güldü. Ofise döndük. Çaprazımdaki boş masaya oturdu. Kendine ait odası, özel kartlarla açılan koridoru yok. Benim sandalyemle onunki aynı. Bana ne yapacağımı söylemiyor, sen nasıl yapmak istersin diye soruyor. 

İlk hafta bir şeyler öğrenmekle, kimin hangi projeye ne kadar dahil olduğunu anlamakla geçti. Çıkışta sokaklarda yürüdüm. Günün en sevdiğim zamanı, gün batımının şehrin ışıklarıyla birleştiği ve turuncuyla lacivertin iç içe geçtiği an. O anlarda etrafıma baktım. Yanımda birileri varken göremeyeceklerimi gördüm. Güler yüzlü, iş çıkışı bisikletine binmiş spora giden, çocuklarıyla arabaların giremediği meydanlarda eğlenen insanları izledim. İçimde bir hüzün büyüdü. Biz de bunları hak ediyoruz diye düşündüm. Ofiste bir kanepeye uzanmış çalışırken de aynısı geldi aklıma. Ben aynı ben değil miyim. Burada her şeyiyle değerli bir insan gibi hissediyorken bunu ülkemde çok az hissetmişimdir. Ancak korunaklı alanlarımda. Kendi arkadaşlarımla, okuduğum okullarda. Ofiste farklı milletlerden insanlara baktım. Benim arkadaşlarım bunların çoğundan daha zeki, daha yetenekli diye düşündüm. Ama onların rahatça erişebildiği yaşam şartları bizde lüks. 
Dün ilk kez çalıştığım yer vesilesiyle üye olduğum spor salonuna gittim. Yüzme havuzunun büyüklüğünü görünce şaşırdım. Böyle bir havuzda iş çıkışı bir saat yüzebilmek için bir kira parası ödemem gerekirdi muhtemelen. En temel ihtiyaçlarımızın nasıl lüks kategorisine yükseldiğini fark ettim yeniden. Normalleşmiş meğer benim için. Hayatımın uzun bir dönemi sporla geçtiği halde İstanbul'da spor yapamıyor, bisiklete bile binemiyor oluşumu normal karşılamaya başlamışım. Coğrafya kader mi, yoksa hayatımız için bir adım atmak bazen bizim elimizde mi. Bu soruların kesin bir cevabı yok. Bir hafta boyunca beni tanımak için sordukları sorunun cevabını biliyorum sadece. Kendimi ateşlere atmayı, keşfetmeyi seven, sana da rahat battı galiba denecek biriyim. Çünkü bir yerlerde, bakınca içimi kıpır kıpır edecek bir şeylerin olduğunu biliyorum. Bunu bildiğim halde gidip bakmıyor oluşum inanılmaz geliyor. Hemen bir yol bulmaya çalışıyorum. Beni heyecanlandıran, ilgimi çeken, ilham veren bir hayat nasıl yaşarım? Sorunun cevabı her zaman kolay değil. Bir yerde mutluyken ve seviliyorken hepsini bir skype uzaklığında bırakıp, 17 yeni insana kendini baştan anlatmayı gerektiriyor. Beni yanlış anlarlar mı diye korkmayı, kendinden endişe etmeyi, yalnız kalmaktan korkmamayı, başarılı olabilecek miyim kaygılarıyla boğuşmayı beraberinde getiriyor. 
Burada kendime yeni hedefler belirledim. Madem dünyanın en mutlu ülkesindeyim, mücadele edilecek çevresel şartlar ve insanlar yok, ''Bu ülke potansiyelimi gerçekleştirmemi engelliyor'' diye düşündüğüm her gün için kendime meydan okuyorum. Sonunda göreceğiz, ülke argümanı yatay düzlemde az üreterek yaşamak için bir bahane miymiş, yoksa gerçekten yapabileceklerimin çok azını mı yapabiliyormuşum. 
Bu haftaki izlenimlerim İskandinav ülkeleri farklı diyenleri haklı çıkardı. Batı Avrupa ile benzerlikler az. ( Tarihi binalar, sokak düzeni, trafik kuralları vs düzleminde sınırlanabilir.) Şehrin çeperleri de dahil olmak üzere refah seviyesi çok yüksek. Dilenmek zorunda kalan insanlar, bir köşede sızmışlar, devriye gezen polisler yok. Bir siren sesi duyulmaya görsün herkes panik oluyor. Hayat pahalılığına rağmen paylaşma kültürü yüksek. Marketler, restoranlar kapanmaya yakın  o gün satamadıkları, ertesi güne kalacak yiyecekleri paylaşıyorlar. Bunun için bir uygulama bile var. Ama uygulamanın ötesinde, rastgele girdiğim iki markette akşama yakın saatlerde, kasa görevlilerinin müşterilere kibar bir dille sandviç, ekmek, günlük pastalar önerdiklerine denk geldim. Pahalılığa bu tarz alternatifler geliştirilmiş. Gerçi yine de gelir düzeyi doğrultusunda düşünürsek İstanbul'dan pahalı değildir. Taşıt vergisi çok yüksek olduğu için çoğu kişinin arabası yok mesela. Başka bir deyişle araba  güç/kariyer/ gelir göstergesi değil. Böyle baskılar olmadan, bir sweatshirtle bisiklete binip işe gelebilmek güzel bir hismiş. 
Şimdi bakıyorum da pozitif gözlemlerle dolu bir hafta olmuş. Ama unutmamak gerekir ki Lars Von Trier de bu coğrafyanın çocuğu, yine de insanın sinirlerini zorlayan filmler yapıyor. Demek her şey ilk hafta göründüğü gibi toz pembe değil. 
Madem öyle, 6 ay sonra bu yazıyı yeniden okuyayım. Bakalım fikirlerim mi değişecek, ben mi ?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf