Mutluluğa kafayı takmak ya da takmamak
Fotoğraftaki meşhur denizkızına gidebilmek için evden çıkmadan haritaya
bakıyordum. Evimden uzakmış. İlk defa Google haritalarda bisiklet seçeneğini
tıkladım. 40 dakika gösterdi, çoğunlukla düz diye de ekledi. Neden olmasın diye
düşündüm. Evden çıktım, hava yaklaşık yirmi derece. Harika bir güneş.
Kulaklığımı taktım, haritada gördüğüm birkaç dönüşü ezberledim. Sonra haritayı
kapadım.Yanlış yere gitsem ne olacak. Buraya geldiğimden beri- hatta belki
gelmeye karar verdiğim andan beri- doğru yolları önemsemiyorum. Biraz daha
ileri giderek, doğru yol diye bir şey yokmuş, diyorum hatta. Seçenekler, daha
uzun, daha kısa, daha eğlenceli, daha meşakkatli, zor görünüp eğlenceli
olan, kısa görünüp can sıkan şeklinde uzayıp gidiyor.
Güneşin altında yola koyuldum.
Boynuma renkli atkımı almıştım. Bir süre sonra sıcaktan bunaldım. Korna sesi,
sıkıştırılma korkusu olmadan mini eteğimle kırk dakikalık yolu keyifle
tamamladım. Bunda bisiklet yollarının neredeyse arabalara ayrılan alan kadar
geniş olmasının etkisi büyük oldu.
Kimi zaman etrafıma bakacağım diye yoldan saptım. Güneşe
karşı gözlerimi kıstım.
Burada belki güneş az, ama mutlu olmanın yöntemleri
fazla. (İlki ve en önemlisi haddinden fazla çalışmamak.) Mutluluğu önceden güzel
havalarla ilişkilendirirdim. Sonbahar gelir gelmez içimi hüzün doldururdu.
Belki ilk defa sonbaharda, bitmek bilmeyen yağmurlarda bile mutluyum. Demek
sıcaklığın sandığım gibi bir etkisi yokmuş.
Denizkızına nihayet ulaştım. Etrafı turist çevriliydi. Tam o
an gökkuşağı bayraklı bir tekne yanaştı. İçinden ellerinde müzik aletleri, orta
yaşlı bir grup çıktı. Taşıdıkları bayraklarda Peace yazıyordu, gülümseyip şarkı
söylediler ve dans ettiler. Önce renklerine tutuldum, sonra hayat dolu, neşeli
oluşlarına. Bir müddet onlarla yürüdüm.
Onlar teknelerine binip bayraklarıyla geldikleri yerden dönerken ben de bisikletime atladım. Herkes soldan gidiyor
diye bu defa da soldan gideyim dedim. Yol beni bu defa kanal kenarında
insanların salsa bachata yaptığı bir yere götürdü. Güneşi görünce askılı
bluzlerini giyip çıkmışlar. Bir bira aldım, dansa ve müziğe yakın bir masaya
oturdum. Güneşin altında dans eden onlarca renk gördüm.
Yollar, seçimler, farklı kültürler üzerine düşünüyorum ne
zamandır. Burası, kiminin şikayet ettiği ama benim tam da ihtiyacım olan
bireysel, saygılı insanlar ülkesi. Kendimi bildim bileli olur olmadık işlerde
tanıdıklarımı geçtim tanımadığım insanların bile bana karışmasına, akıl
vermesine sinir oldum. Bir türlü alışamadım hayatım, seçimlerim, en küçük günlük detaylar konusunda
bile bana bir yorum yapmasına. İskandinavya o yüzden tam bana göre.
Burası, toplu taşımada bakışlarıyla insanları rahatsız etmemeye çalışan,
birbirinin hayatına burnunu sokmayan, kendi işine gücüne mutluluğuna bakanların
ülkesi. Bireyselliğine ve özgürlüğüne her şeyden fazla değer veren biri olarak,
buranın böyle olduğunu daha önce bilseydim 30'uma dek beklemezdim diye
düşünüyorum bazen. Almanya’ya, Italya’ya, Fransa’ya okumaya giden arkadaşlarım
oldu. Pek çoğu Türkiye’den hallice, ama başka sorunlarda boğulan ülke
profilleri çizdiler dönünce. Benim de Fransa’dan dönüşümün sebebi, mutlu oluşum
ama ülkeye ve insanlarına bayılmayışımdı. Buraya gelince o farkı da gördüm. Her
kötünün bir iyisi varmış.
Burada en çok kadın olmayı, istediğimi istediğim
saatte giyip, geceleri mahalle seçmeksizin bisiklet turlarına çıkabildiğim için, seviyorum. Aklıma artık ne giysem uygun olur sorusu gelmiyor. Karanlık
bastırmadan eve döneyim korkularım bitti. Trafikte bisikletli olarak öncelik
benim, saçma sapan bir araba korna çalıp sinirimi bozamıyor.
Batmaya yüz tutmuş güneşin altında saatlerdir durmaksızın
ettikleri dansı izliyorum. Hayatta her şeyin büyük bir zincirin parçası olduğu geliyor
aklıma. Halkalardan biri koptuğunda zincir de parçalanıyor. Az ama verimli
çalışma saatleri, insanların hak ettikleri sosyal-kültürel haklara sahip
olmaları onları mutluluğa götürüyor. Mutlu oldukları için, sokakta sigara içen
insan sayısı bir elin parmağını geçmez, onlar da sigara izmaritlerini yere
fırlatmıyor. Kitleler halinde akşam-sabah koşusu yapıp, spor olsun diye tam
teçhizatlı bisiklete biniyorlar. Bunları yapabildikleri için de mutlular. İş
yerlerinde mesai saati sonrası maillere bakma yasağı olduğu, bankalar ve
mağazalar 18.00'de kapanıyor diye iş yerlerinin genelinin 16.00'da boşaldığı,
hafta içi halletmeleri gereken kişisel işlerini asla hafta sonuna bırakmadıkları
için mutlular. Boş kalan haftasonunda seyahat edip, yeni yerler gördükleri, ya
da boş boş evde yattıkları için mutlular. Böyle oldukları için iş yerinde ve
özel hayatlarında daha problemsizler ve yüzleri gülüyor. Bu, parçalarını yeni yeni
keşfetmeye çalıştığım öyle büyük bir zincir ki, bir yerde meydana gelen hasar
bütün gidişatı örseliyor.
Önceden mutluluk üzerine bu kadar kafa yormazdım. İnsan
devamlı mutluluğu aradığında hayal kırıklığı büyük oluyor. Bu hayatın bizi
mutlu edeceği gibi bir söz de almadık kimseden hayata gelirken. Kendimizi bir
anda olayların ve insanların içinde bulduk. Son zamanlarda aklıma sürekli
mutluluk düşüncesi geliyor. Kartpostal gibi bir göl kenarında bulunca kendimi,
bisikletimle yokuş inerken, bir şeyleri yapmak zorunda kalmaz da sadece sevdiğim
için yaparken, yağmur altında yürürken, hatta üşürken bile bunu düşünüyorum.
Mutluluğa kafayı takmak ne kadar tehlikeliyse takmamak da o kadar tehlikeli. Deliler gibi peşinden koşmamak ama bir kenarda da unutmamak gerekiyor sanırım. Çünkü insan mutsuzluğu, yapmak istediklerinden vazgeçtiği ve kötüye daima maruz kaldığı bir hayatı da içselleştiriyor ve öyle olmayabileceğini gördüğü an yaşadığı şok ve hayal kırıklığı daha büyük oluyor. Belki mutluluğun peşinden koşmak gerekmiyor ama dip bucaktan alarm veren iç sesi dinleyip onun peşine düşmek mutlaka gerekiyormuş.
Yorumlar
Yorum Gönder