Lyngby Castle


Bazen uyanmakta çok zorlanıyorum. Uyanıp yola çıkmayı başardığımda ise gördüklerim beni mutlu ediyor. Zamanla alışmaya başladığımı gözlemliyorum. Düzenli yollara, bisikletlere, müstakil evlere. Alışmak korkutuyor. Dönmek zamanı gelirse hiçbir yere ait olamamaktan korkuyorum. 
Bu bir hikaye diye düşünüyorum bazen. Çerçevesini kafamda çizmişim, yine de taştığı oluyor. Bir sayfa sonrasını merak ediyorum. Kimi yerlerde kendime uygun gördüğüm karakterin bu hikayeye gitmediğini düşünüyorum. Yazmaya oturmadan önce kafamda kurduklarım kalemi elime alınca hayrete kapıldığım bir yere varıyor. Kurgu elimde olmadan değişiyor. Bu hikayenin tek yazarı olmadığımı fark ediyorum. Doğa var, başkaları var, bunca zaman çaktırmadan içimde yaşamış, sahip olduğumu bile fark etmediğim yönlerim var hikayeye burnunu sokan. Yine de herkes gidince, onlara ayrılmış surenin sonuna gelindiğinde, odama, kendime döndüğümde, düşündüğümde, bundan önceki hikayeleri ve karakterleri hızlıca gözden geçirdiğimde asıl ve en kuvvetli kalemin hala bana ait olduğunu görüyorum. Diğerleri bir an çok değerli gibi görünse de, kısa bir an bunun önemine kapılıp gidecek gibi hissetsem de, oturduğumuz masaya, insanlara, bir yemekte konuşup durmalarına, konuşurken kullandıkları kelimelere bakıyorum. Birazını duyuyor, birazını dinlemiyorum. Görüntü bulanıyor. O zaman anlıyorum, koca bir masanın etrafında, onlarca insanın arasında bile, sadece dinlerken hatta, onaylamaz, katılmaz ama dinlerken, bunun benim hikayem olduğunu anlıyorum.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf