Gün içi tükenmişliği


Ben çoğu kimse gibi aşırı toplantıya katılan, her saati bir grupla iş konuşmaktan geçen biri değilim. İş gereği haftada birkaç online toplantım oluyor. Bu toplantılar da cidden kararların alındığı, fikrimin kabul gördüğü, paylaşmamın, katılımımın gerektiği toplantılar oluyor. Bunu bildiğimden sanırım söyleyeceklerimi cidden hesaba katıyor, kendimi hazırlıyorum. 

Günde bir saat süren yoğun içerikli bir toplantı üzerimden buldozer geçmiş gibi hissetmeme yetiyor. Daha sabahın onunda günü zorlukla, ne yaptığımı tam da bilmeden geçirebilecek yüzde onluk bir enerjim kalıyor. Onunla bir şekilde kalan işleri tamamlıyorum. Ama göğsüme ve sırtıma oturan ağırlık tükendiğimi kendimden saklayamayacağım kadar büyük.

Bu ağırlığı muhtemelen çocukluğumdan beri duyuyorum. Hatırlayabildiğim en eski tükenmişlik hali liseye gidiyor. Öğleden sonra birkaç saat daha var derslerin bitmesine. İnsanlar konuşuyor, planlar yapıyor. Ben kolumu kıpırdatamayacak haldeyim. Bir ağırlık var vücudumda, sebebini bilmiyor adını koyamıyorum. Kendimi yapılan planlara uymaya çalışırken yakalıyorum. Tükendiğimi, biraz yalnız kalıp enerji depolamam gerektiğini anlayamıyorum.

Hala benzer haldeyim. Tek fark kendimi daha iyi analiz edebiliyor, vücudumdan gelen sinyalleri tanıyıp ihtiyaçlarımı anlayabiliyor olmam. Yine de ihtiyaçlarımı karşılamakta iyi değilim. Çoğu zaman görmezden geliyor, bir toplantıyla türlü şekillerde toparladığım enerjimin bitivermesini kabullenemiyorum. Başkalarına bakıyorum. Karşı masamda oturan genel sekreterimiz bir toplantıdan diğerine, bir dilden öbürüne atlıyor. Öğleden sonra hala başkalarıyla konuşacak, sorun dinleyecek, bunu da gülümseyerek yapacak hali var. Benim de son demlerimde olmama rağmen rol yaptığım, soru soranlara cevap verdiğim çok oldu ama yine bir yerden belliydi zorlandığım. Onda hiçbir yorgunluk belirtisi olmaması sinirimi bozuyor. 

Bugün yine daha ilk saatlerden üzerime bir ağırlık çöktü. Sessiz karanlık bir odaya, dışarı çıkıp tek başıma, konuşmak zorunda kalmadan yürümeye, azıcık temiz hava almaya ihtiyacım olduğunu biliyordum. Ertelemedim. Kendimi çalışmaya zorlamadım. Öğle yemeğimi alıp dışarı çıktım. Güneşe bakan bir banka oturdum. Zihnim hızla boşaldı. Mekan değiştirmenin bazen sihirli bir etkisi var. 

Yavaş yavaş yemeğimi yerken derin derin nefes alıp verdim. Etrafıma baktım, kafamın içinden çıkıp sokaktan geçen insanları görmeye çalıştım. Düşüncelerde kaybolduğumu fark ettiğim anlarda bana en iyi gelen yöntem gözüme birkaç kişi kestirip onları baştan aşağı incelemek. Ayakkabılarından saçlarına o gün nasıl bir tercih yaptıklarını görmeye, şöyle bir bakmadan gerçekten görebilmeye çalışmak. Her zaman kolay olmasa da denemek bile iyi geliyor.

Bir saati kendime ayırdıktan sonra ofise döndüm. Sırtımla göğsüm arasında paslaşan ağırlık kalkmıştı. Sanırım bunda hayatın sadece bizim etrafımızda dönen, başımızın üzerinde ağırlaşan bir bulut olmadığını, başka insanların da türlü amaç ve kafa sesleriyle sokaklarda dolaştığını görmek etkili oldu. Kimi zaman oturduğumuz ofis, baktığımız ekran ve o an yapılan iş, çözülmesi gereken problem en mühim mesele gibi görünüyor. Diğer insanlara sakin bir kafayla baktığımda, benim etrafımda dönüp duran bulutun küçük bir alan kapladığını, onlarınkinin benimkine benzese de farklı olduğunu, onların da benim kara bulutlarımdan haberinin olmadığını görebiliyorum. 

Bu anlayışla döndüm ofise. İnsanlara gülümsedim. Her gün ne büyük bir mücadele verdiğimizi düşündüm. Bazı günler yataktan kalkıp bir masanın başına oturabilmek bile bir başarı. Bunu aklımın bir köşesinde tutmak istiyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf