Keşke iki hayat hakkım daha olsaydı

Bugünlerde kendimi sürekli, yapmak istediğim yeni şeyleri düşünürken, hatta düşünme aşamasını geçmiş araştırırken buluyorum. Tek bir hayatla merakımın hepsini asla gideremeyeceğimi anladım. Önceden, eski işime gitmek için serviste geçirdiğim yarım saatte, insanları izler, nasıl bir hayatları olduğunu tahmin etmeye çalışırdım. Her birinin kafamda kurduğum düzenine özenirdim. Birinin yeni çocuğu olmuştu, iki hafta serviste görünmemişti, çocuğunu ve karısını merak etmiştim. Diğeri hep renkli çoraplar giyiyor, fırsat buldukça kedisinden bahsediyordu. Evinin içini hayal ediyor, onunla arkadaş olmanın, böylece kedilerini görebilmenin tasarılarını yapıyordum. Bir kelime konuşmadan güzel ve mutlu hayatlar yaşadığına kanaat getirdiğim bu insanların seçimleri üzerine düşünüyordum. Daha sonra kendimi onların yerinde hayal ediyordum. Bu düşünceler kulağa geldiği gibi bir oyun etkisi yaratmasından çok huzursuz ediciydi. Birçok şeyi aynı anda istemek, hayal etmekle kalmayıp araştırmak için saatler harcamak çok yorucuydu.
Bir gün müzik yeteneğimi hiç deneme şansım olmadığını, ama Chopin dinlemeye bayıldığımı düşündüm. Belki de piyano çalsam çok iyi hissedecektim kendimi. Ama evimde piyano koyabilecek kadar yer yoktu ben de elektronik klavyeleri araştırmak için haftalarımı harcadım. Başka bir dönem siyaset bilimi alanında doktora yapmak istemediğim halde mezun olduğum okulun sınavına hazırlandım. Yazılı sınava hazırlanacağım diye güney sahillerinden birindeki  en güzel tatilimi berbat ettim. Millet içip kumsalda sabaha kadar dans ederken içim kuruyarak Tanzimat Donemi´ni okudum. Daha önce hiç okumamış ve sıkıldığımı çoktan fark etmemiş gibi. Yazılı sınavım çok kötü geçti. Ne sorulduğunu anlayamadım bile.(Tanzimat'tan soru gelmedi).  Sözlüye girerken kendime sordum: Beni kabul ederlerse bu alanda kendimi paralayarak çalışmaktan mutluluk duyar mıyım? Cevap hayırdı. Buraya kadar geldim, denemeden olmaz dedim. Yaptığım onca hatırlama okumasına rağmen verecek bir cevabım yoktu sorulara. Ben saçmalarken hocalar uyukluyor, en az onlar kadar benim canım da sıkılıyordu.
O sıralar bir yandan kısa hikayeler ve denemeler yazmaya başlamıştım. Yapacak başka bir şey aramadığım, zamanın akışında kendimi kaybettiğim tek zaman yazmaya ayırdığım saatlerdi. Ama o saatlerin devamlılığını getiremiyor, mutlaka birileri ya da bir sorumluluk tarafından çağırılıyordum. Yazmadan geçirdiğim sure günümün yüzde yetmişini oluşturuyordu. Bu yüzde yetmişin tatminsizliği yüzde otuzun mutluluğuna engeldi. Belki bunu fark ettiğim için para kazanmak gereken o yetmişi  bana en uygun hale getirmenin yollarını arıyordum.
Araştıra araştıra, bir yıla kalmadan kendimi Kopenhag´da buldum. İnsanlar, iş kültürü, dil, ev hayatı başkalaştı ama yazmaya ayırabildiğim saatler artmadı. Başka uğraşlar ve stresler doldurdu diğerinin yerini. İnsanları tanıma, işi öğrenme, proje okuma, toplantılar, seyahatler vs. 
Burada da kendimi Avrupa´da  edebiyat yüksek lisansı ya da bir şeylerin doktorasını yapmayı araştırırken buldum bir gün. Bilgisayar ekranımdaki birbiriyle alakasız onlarca sekmeye bakarken kısa bir aydınlanma anı yaşadım. Klavyeyi özgür bırakıp gülmeye başladım. İlk defa kendi merakımın ve doyumsuzluğumun, ülke, insanlar ya da mutluluk seviyemle ilgili olmadığını anladım. Benimle ilgiliydi.
Merakımı nereye gidersem gideyim susturamıyorum.  Bir zorluk benim için artık bilinene dönüşmeye görsün, yenisinin ihtiyacı beliriyor. Modern insanın ya da artık alfabelerden taşmış yeni kuşağın kapıldığı bir illetse eğer bu,  belki ben de kapıldım bu illete. Bir türlü tatmin olamama, daha fazlasını isteme haline. Ama o tanımla da uyuşmuyor ki benim durumum. Para, kariyer, bunlara odaklı bir başarı peşinde değilim. Hatta ve hatta kariyerimde ilerlemek uğruna saygı duymadığım insanlara katlanmak öz saygımı zedelediği için ikide bir iş değiştiriyorum.
Bilmediğim her hayatı, Çin´i, Kore´yi, oralarda nasıl yaşadıklarını, Latin Amerika´yı, sanatçıların hayatını, okulları, sokakları, iklimleri merak ediyorum. Hepsini internetten bir video açıp, yasak wikipedia`dan araştırmanın ötesinde, yaşayarak gözlemlemek telaşındayım. O yüzden yerimde duramıyor, sürekli plan yapıyor, bir hastalığa tutulmuşçasına, bir maceradayken diğerinin planlarını yapmaya başlamış buluyorum kendimi. Sıradana, tecrübe edilmişe dönmekten çok korkuyorum çünkü.  Yasaklardan, kendim olamayacağım yerlerde yaşamak zorunda kalmaktan. Dünyada tanık olabileceğim nefes kesen hikayeler varken aynı döngüde sabah-akşam takvim eskitmeyi kendime yakıştıramıyorum.
Bir taraftan da bazen dünyanın en içine kapanık, odasından, kitaplarından, meşgul olduğu şeyden ayrılmak istemeyen insanıyım. Topluluklardan rahatsız oluyor, yalnız seyahat etmeyi, sadece kafamdakilerle yürümeyi seviyorum. Biri bana eşlik edecek olsun, içimden samimi olmayan ben çıkıp onu mutlu etmek için olur olmadık şeyler anlatıyor. İçimden çıkan o kadını sevmiyorum o zaman. Anlattıklarına katılmıyorum. Keşke sussa, kendini konuşmaya mecbur hissetmese diye düşünüyorum.
Bugün, keşke bir tane daha hakkım olsaydı, diye ciddi ciddi düşünürken buldum kendimi. Merak ettiklerimi, kaçırdığımı zannettiklerimi ikinci hayatımda yapardım. İlkinde tercih etmediklerimi ikincisinde tercih ederdim. Sonra fark ettim ki yine aynı ben olacaksam eğer, on tane daha hayatım olsa yaşamayı merak edeceğim başka bir tecrübe, meslek, kafamda kurup özendiğim senaryo olurdu. Onuncu hayatımda da başkalarını dikkatle izler, hayran olur onlara hikayeler yazardım kafamdan. İçimdeki bu "bir şeyleri kaçırıyorum" telaşı bir illet midir, yoksa pek çok insanla paylaştığım bir varoluş hali midir bilmiyorum. Yetiştiğim coğrafyanın, iş hayatında gözlemlediğim hiyerarşinin bazen de maruz kaldığım mobbingin bir tezahürü müdür yoksa? Koşmayı bırakırsam düşmekten, ilerlemeyi kesersem geri dönmekten midir bu korku, daimi bir plan program peşinde olma hali. Yoga, meditasyon öğrensem, nefes tekniklerini keşfedip sakince kendimi dinlesem geçer mi?  Peki evime en yakın yoga kursu nerededir? Bu günümü de bunu araştırmaya mı ayırsam?
Bunları sorgulamayı bıraktım. Ya bir illetin pençesinde ya da yeni maceraların kapısını açan getirisi bazen yüksek bir karakterin son sürat kullandığı bir arabadayım. Gittiğim yollar ödümü koparıyor bazen. Ama şoför beni dinlemiyor, en tehlikeli dönemeçlerde gaza basıyor. Öyle ya da böyle. Bildiğim kadarıyla bu dünyada tek bir hayatım var. Reenkarnasyon mümkünse eğer, fikrim hiç sorulmadan öylece ikinci hayatıma fırlatılmayı tercih ederim. Kedi olarak mesela. Benzerleri günün on altı saati uyurken, üçüncü hayatında ne yapmak istediğini araştırarak geçiren bir kedi olacağımdan şüphem yok. Alternatif hayatlar mümkün değilse eğer, elimdekini tepe tepe kullanmaktan, kendimi olur olmadık yerlerde ve işlerde hayal etmekten, kim bilir belki de hayal ettiklerimi gerçekleştirmekten başka şansım yok. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf