Malmö/ İsveç

Bir Cumartesi sabah bir yere gideyim, bir şeyler yapayım hissiyle uyandım. Ben olmanın en zor yanı bu. Kalbimin yaptığı planlara zihnimin akılcı yaklaşımlar bulmaya çalışması. Malmö'nün Kopenhag'a iki ülkeyi bağlayan ve sadece 40 dakika süren bir mesafede olduğunu duymuştum. İnternetten tren saatlerine baktım. Her 20 dakikada bir var. Çantamı toparlayıp çıktım.
En sevdiğim şey seyahate yalnız çıkmak. Başkasıyla büyü bozuluyor. Sohbet etmek, gidilecek yerleri birlikte planlamak zorunluluğu tasarılarımı suya düşürüyor. Kaybola kaybola gezmeyi seviyorum. Bir anda kendimi alakasız bir yerde bulmayı, içgüdülerimi dinleyerek sokaklara dalmayı, yanımda ''neden şimdi buraya geldik'' diyecek kimsenin olmamasını seviyorum. Ben kendime asla neden şimdi buraya geldik demiyorum. Garip sokaklara girmiş, alakasız bir yerden çıkmışsam aynı yolu geri yürüyüp bir şey olmamış gibi davranıyorum. 
Malmö'ye de araştırmadan geldim. Bir müze bulacağım diye haritaya baka baka, soğuktan ellerim donarak yürümek zorunda kalmadım. Baktım isim levhalarına, müzeleri yazıyorlar zaten. Levhalara güveniyorum. 
Aşağıdaki birtakım müze, park ve bahçeleri öylesine gezinirken bazen de levhalardan görerek buldum. Son birkaç seyahatimde, yalnızlığın insanda birtakım önemli yerleri ve genel olarak yer yön bulma sezisini güçlendirdiğini fark ettim. Sohbet etmeyip doğrudan sokaklara ve insanlara bakınca zihin haritayı hemen çıkarıveriyor. 




Bu beyaz araba Malmö Konstmuseum girişindeydi. Hikayesi de şu: 1945 yılında, İkinci Dünya Savaşı bitimine doğru Britanya Almanya'yı bombalıyor, İsveç Kızıl Haç Derneği Başkanı, Hitler'den gizli, üst düzey bir nazi subayıyla anlaşarak toplama kampındaki İskandinavların ülkelerine iade edilmesi konusunda anlaşıyor. Britanya da bu transfer araçlarının beyaz olmasını, kenarlarında İsveç ve Kızıl Haç bayrağı bulunmasını böylece havadan kolaylıkla tespit edilebileceğini söylüyor. O dönemde bu şekilde onlarca araç beyaza boyanıyor ve Almanya'dan kurtarılan tutsaklar Danimarka ve İsveç'e taşınıyor. Şoförlerin ne büyük bir özveri ile hiç durmadan araba kullandıklarını ve kurtarılan Yahudileri, dönemin siyah beyaz fotoğraflarıyla beyaz aracın yanında sergiliyorlar.
Bir de Migration (Göç) temalı bir sergi vardı. Türkiye'den bir sanatçının ismine rastladım. Meriç Algün, İstanbul doğumlu İsveç'te yaşayan bir sanatçı. Hepimizin bir dönem mutlaka çilesini çektiği vize başvuru sürecine değinmiş. Bürokratik sürecin zorluğunu anlatmak için dünyadaki her ülkenin vize başvuru formunu bulmuş, The Concrise Book of Visa Applications Book ismini verdiği kitabıyla sergiye katılmış. 


Bu değirmenin ardında minyatür bir bahçe var. Salıncak kurmuşlar, sebze meyve ekmişler. Kış geldiği için ve aşırı rüzgardan kimse yoktu. Ama önünde gizli bahçe yazılı bir levha vardı. Değirmenin arkasındaki dar patikaya girmek kimsenin aklına gelmiyor sanırım. Buranın önüne kadar gelirseniz arka tarafına mutlaka dolanın. 

Sokakta görmeye hasret kaldığım, ancak kartpostallarda bulabildiğim kedilerden.''Sana söylemiştim, tatlı değilim'' diyor. 


Bu küçük evler ara sokaklarda. Restoran, dükkan, kafe-bar dolu ana caddeden ara sokaklara dalınca renkli müstakil evler, bodur ağaçlar başlıyor. Ana caddede her yerde gördüğümüz büyük mağazalardan, global markalardan başka bir şey yok. Ara sokaklarda kaybolmayı öneriyorum. Zaten ufacık bir şehir, gerçekten kaybolmak imkansız.

Bu benim favorim olan ev. Sapık sanmalarından çekinsem de dakikalarca hayranlıkla izledim. Bodur ağaçlarına, çatısının 3 rengine, parçaların uyumuna bayıldım. Bu kuzey insanlarına ne kadar soğuk derlerse desinler, her biri sanatçı gözüne sahip.


Science Fiction mağazası buldum bir tane. İngilizce kitap bölmesi vardı. Ayak üstü şu kitabı okudum. Debbie Tung, arkadaşları, ailesi ve öğretmenleri tarafından hep çok sessiz olmakla, aktivitelere katılmamakla suçlanıyor. En sevdiği saatler, evinde odasına kapanıp kitap okuyabildiği, kimsenin ona karışmadığı ve seçimleri yüzünden kendini kötü hissetmediği zamanlar. Debbie'nin çocukluğunda kendimi gördüm. Sırf kendi halinde, sessiz sakin demesinler diye ortaokulda voleybol takımına girmiştim. Sonra voleybolu çok sevdim ama o dönemler katıldığım her sosyal aktivitenin amacı, hilal de ne yabani hiçbir şeye gelmiyor, demesinler diyeydi. Zira hayatımın hatırlayabildiğim ilk on iki yılı, ne kadar soğuksun eleştirisine maruz kalarak geçti. Kendi halinde olmayı, kitap okumayı seviyor ama daimi olarak eleştirildiğim için yanlış bir şey yaptığımı zannediyordum. Yıllar içinde oradan oraya giderek, çoğu kez de bilinçli seçimlerimle sosyal, sıcak, güler yüzlü ünvanını kazandım. Bugün hala uzun süre bir iş ortamında ya da sosyal ortamda sessiz kalayım, artık konuşmam lazım baskısı hisseder, söyler söylemez pişman olduğum uyduruk laflar atarım ortaya. Her zaman işe yarar. Dışa dönüklere kimse doğrudan '' amma da saçmaladın keşke biraz sessiz kalsan'' diyemezken,  içe dönüklere herkes ''Çok sessizsin, neden hiç konuşmuyorsun'' diyerek ağır baskı yapabiliyor. Bu da toplumun iki farklı türü nasıl konumlandırdığıyla doğrudan ilgili. Hayat beni nasıl extrovert yaptı konulu bir yazıda bunu uzun uzun tartışmanın zamanı geldi sanırım.
Bu heykelin ardı İstasyon. Şehre girerken beni o karşılamıştı, çıkarken de o uğurladı. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf