Asla Yalnız Yürümeyeceksin


Küçükken elime kitabımı alıp bir odaya kapanmaya, rahatsız edilmeden saatlerce kitap okuyabilmeye bayılırdım. Dışarıda merak ettiğim bir hayat vardı. Seyahate gidenler, arabalarına atlayıp şehirler arası gezinenler, birinden izin almaya ihtiyaç duymadan plan yapabilenler, kendi hayatı hakkında karar verme yetisi olanlar. Bir gün öyle olacağıma inanıyordum. Heyecanla o günü bekliyordum. O gün gelene kadar sahip olduğumdan başkasını yaşamama imkan veren tek şey okumaktı. Televizyonda üç beş aynı dizi, internet yok. Evde bir küçük kitabın arasında bana verilen vaadler, onların yaşadığına benzer aşkları, arkadaşlıkları ve başarıları yaşayacağıma dair inancım küçük bir odada okulumdan başkasını görmeden yaşayıp gidişimi çekilir kılıyordu. Bir gün hepsinin olacağına yürekten inanıyordum. Çılgınlıklar yapacak, aşık olacak, ülke ülke gezecek, ne iş yapıyorsam onda başarılı olacak, ama deli dolu maceralı bir hayat yaşayacaktım. 
Mehmet Rauf'tan Eylül'ü okumuştum, aklımda en çok o kalmış. 14 yaşlarında olmalıyım. Kocasının arkadaşına aşık olmuş kadının aşkı hoşuma gitmişti. Ama haline üzülmüştüm. Erkekler sohbet ederken o hep ikinci planda, evin hanımı konumundaydı. Aşktan ve güzellikten öte var olamıyordu. İki erkeğin de ona neden delicesine aşık olduğunu anlayamıyordum. Bir şey konuştukları yoktu ki. Yalnız kadının ne büyüleyici bir güzelliğe sahip olduğu, ağır başlı nazlı nazlı bakışlar attığını biliyorduk. Kadının iç dünyası aşktan, bu aşkın getirdiği gururdan ve utangaçlıktan ibaretti sanki. Kitabın trajik sonunu bilmeden dahi onun hayatına hiç özenmemiştim. Ben asla böyle bir hayat istemiyorum diye düşünmüştüm. Küçükken tanıştığım Batı uyarlaması Türk novellaları ve Rus Edebiyatı da hayatını yaşayamayan, evlere konaklara kapatılmış zengin, uşakları olan, uzun ve süslü cümleler kurup evin içinde alımlı alımlı dolaşan kadınlardan ibaretti. Jane Austen'la tanışana kadar kadın karakterle hiç bağ kuramadım. Ama bana ne olmak istemediğimi göstermek konusunda çok faydalı oldular. 
Yıllar sonra Aşk-ı Memnu dizi olduğunda lüks konak hayatında, şık kıyafetleri ve saten örtülü yatak odasıyla kafamda özdeşleşen Bihter'e de, pireyi deve yapan her daim ağlamaklı Nihal'e de bir türlü ısınamadım. (Bihter'i sevdiğim tek an her şeyi göze alıp Behlül'ü kaçmaya ikna etmeye çalıştığı anlardı.) Ellerinde binbir türlü imkan vardı yine de bağ evi çiftlik evi gezip durmaktan, arada bir yurt dışına alışverişe gitmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Nitekim ikisi de evin çapkın yakışıklısına tutuldular sonunda. Aşkın hayatımızın en önemli, tek değerli hissi gibi geldiği süreçler oluyor. Bana ortaokul yıllarında olmuştu. İkide bir, biraz kendime benzer birini bulduğumu hissedeyim kafamda senaryolar kurmaya, kimsenin fark etmediği onla dolu bir dünyada yaşamaya başlıyordum. Buna da zaten platonik aşk deniyor. Eyleme geçmenin zor olduğu, geçsende en fazla birlikte sinemaya gidebildiğin çağlarda haklı olarak yaşanıyor. Ki bence o dönem platonik aşk muhtemel bir karşılıklı aşktan daha tutkulu. Yaşanabilecekler sınırlıyken hayal etmek sınırsız çünkü.
Ne zaman ki hayatımızı iş, seyahat,  dostlar, meraklarımız, hobilerimiz, teknoloji doldurmaya başlıyor, yetişkinlik dönemine doğru daha az platonik aşk yaşayıp, gerçek ilişkilerin hasarından da görece daha hızlı kurtuluyoruz. Çünkü tutunduğumuz bizi biz yapan şeyleri artık keşfetmiş oluyoruz. Aşık olunan gitse de biz kalıyoruz, bir bütün halinde, sarsılmış ama dağılmamış. Bizi biz yapan şey aşksa bile umudun gücüne, yeni aşkın hayaline, seneler içinde biriktirdiklerimize sarılıyoruz. 
Zengin aile sarmalında, her şeye sahip gibi görünürken hiçbir şeye sahip olmayan kadınlarla doluydu o dönemin edebiyatı. Okuduklarım, akşam karanlığında ateş böcekleri gibi şehirleri bağlayan uzun yollarda araba kullanan insanlar için kurduğum hayallere benzemiyordu. Araba farları özgürlüktü benim için, kitaplardaki kadınlar ise nezaket, süs, kibarlık ve güzellikti. 
Bizim edebiyatımızda önce Tomris Uyar'ı keşfettim. Lise hazırlıktaydım. Sahaftan bir simit ayran parasına gündökümlerini aldım. İçiyor, seyahat ediyor, her konuda yazıyordu. Büyülendim. Fikirleri olan, kendi hayatı hakkında özgürce karar veren, zaman zaman öfkeli, açık sözlü, komik, bilgili. Erkekle eşit bir kadın. İşte ona özendim. Bütün kitaplarını aldım zamanla. Defalarca okudum. Ben de yıllardır tuttuğum günlüğüme onun gibi gündem hakkındaki fikirlerimi, neler hissettiğimi, etkilendiğim kitapları yazmaya başladım. Ortaokulun platonik aşklarla dolu sayfaları fikirler, hayaller,  eleştirilerle dolmaya başladı. Maruz kaldıklarımı sorgulamayı, kendi kendime tartışmayı denedim. Onunkilere benzetebildiğim oranda hoşnutluk duydum.
Eleştirmeyen, sorgulamayan, konumundan hoşnut ve aşktan başka bir derdi olmayan kadınların hikayeleri hayatımdan böylelikle çıktı.

Bugün hala bir şeyden korkacak olayım açar Tomris Uyar'ın  günlüğünden bir sayfa okurum. Cesaretini yanıma alır öyle çıkarım sokağa. Bir yanıma da Sevgi Sosyal'ı, en çok da Tante Rosa'sını alırım. Tek başına giderken dar kaldırım genişler bir anda, Beauvoir, Wolf, Austen, Bronte kardeşler gelir. Onların satırlarında saklı mücadelesini de yanıma alırım. Herkes canımı acıtabilir, hayat başıma türlü belalar açıp beni yerden yere vurabilir, ama onlarla el ele yürümemi, onlardan öğrendiklerimi zihnimde taşımamı engelleyemez. Görünmeyen bir ordudur yanımdaki. Yalnız yürümeye bayılıyor gibi görünsem de yalnız yürüdüğüm neredeyse hiç olmamıştır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf