Akşam yemeği ve Zar oyunu

İki gün önce işyerindeki herkese başkandan bir mail geldi. Mailde, hepinizi akşam yemeğine La Rustica'ya bekliyorum, diyordu. Adresi maile eklemiş. Veganlar, vejeteryanlar lütfen belirtsin demiş. Haritadan restoranın yerine baktım. Müstakil bir eve benziyordu. Ben vejeteryan oldum, yazdım, bir de gülücük koydum. Zaten ofisin yarısı vegandı. 
Akşam yemek saati gelince bu restoran tam olarak nerede diye sordum. Meğer başkanın evine gidiyormuşuz. Evinde çalışma arkadaşlarını kendi hazırladığı menüyle ağırlamayı çok seviyormuş.
Eve ulaşınca hepimizi tek tek kapıda karşıladı. Nihayet masaya oturduğumuzda, Bu gece tek bir kural var, dedi, Yiyecek, içecek, sohbet edeceksiniz, kimse mutfağa girmeyecek. On altı kişiye birden hizmet etmeyi göze aldığına göre herhalde mutfakta bir yardımcısı vardır diye düşündüm. Baktım o da yok. Fotoğraftaki menüyü kendi çizmiş, yemekleri de bizzat o yapmış. Tatlıya kadar, arada bir boşalan tabakları mutfağa taşımaktan başka hiçbir şey yapmadık sayılır.
Tatlıya geçmiştik ki bulaşık makinesinin arızalandığını fark etti. Bir anda herkes ayaklanıp yardıma koşacak oldu. Hepimizi durdurdu. Bekleyin, birazdan geliyorum, dedi. Birkaç dakika içinde elinde iki zarla döndü. Sırayla herkesin tek tek, iki zarı aynı anda atmasını, çift zarda aynı sayı denk getirenlerin( 4-4, 5-5 gibi) mutfağa yardıma gelmesini önerdi. Çok bulaşık olduğu için kimseye aşırı yüklenmemek adına, sırayla zar atmaya devam edecek, iki aynı zar atan mutfağa ilk gidenin yerine geçecekti. Böylece adil, eğlenceli, gidenin bazen bir dakika sonra yerini başkasına bıraktığı, kimsenin fazla yorulup masa dışı kalmadığı eğlenceli bir oyunda bulduk kendimizi. 
Eve dönerken hava yine yağmurluydu. Ben yine eldivenlerimi ve yağmurluğumu unutmuştum, bisikletimin arka kırmızı lambası bozulmuştu. İstasyona kadar ceza yeme korkusu taşıyarak yaklaşık on beş dakika bisiklete bindim. Bisiklet tepesinde, ne harika bir akşam yaşadığımı düşündüm. Tek tek bunca detayla uğraşmak yerine hepimizi güzel bir restorana davet etse, zar atıp sıram gelince bulaşık yıkamak zorunda kalmasam bu kadar eğlenmezdim.
Trene binince de bu yazıyı yazmama sebep olan düşüncelere gömüldüm. Ne akıllı ve yaratıcı bir adamdı bu. Daha doğrusu, akıllı ve yaratıcıydı ve bunu göstermekten korkmuyordu. Görevi ne olursa olsun herkesi aynı masaya toplayıp, herkese sonunda bulaşık yıkatacağı bir oyun oynatmaktan, ülke ve kültür farklılıklarını zekice yok etmekten, bunca insanı, aman bana saygılarını yitirirler mi diye düşünmeden ağırlamaktan korkmuyordu. Espriler yapıyor, hikayeler anlatıyor, içeriden eliyle herkese kahve taşımaktan gocunmuyordu. Ofıste yönettiği yetmiyor, evinde sıradan bir akşamda bile güler yüzü ve nezaketiyle kendine hayran bırakarak yönetiyordu. 
Hiçbir zaman katı suratlı, dediğim dedik, sesini yükseltince ve bilmiş bilmiş konuşunca herkeste saygı uyandırdığını sanan insanlara saygı duyamadım. Nedense öylelerinin hep sevgisiz ve korkak olduğunu düşündüm. Bana göre esneklikten, espriden, güler yüzden, kibarlıktan, eşitlikten yana  tavır almayan, iktidarını hiyerarşiye dayandıran her yönetici aslında çok korkuyordu. Birinin bir orkestrayı yönetmesi için kuyruklu smokin giymesine gerek yok. Masasında varaklı harflerle ünvanının ve isminin yazmasına hiç gerek yok. Başarılı bir orkestra şefi mutfaktan kahve taşırken bile bütün ilgiyi toplamaya ve yönetmeye devam ediyor zaten. Türkiye'de bunu yapamazsın diyen herkese inat, bunu yapabilen cesur, zeki ve yaratıcı insanlara denk geldiğim oldu. Çoğunluk yine de tersiydi tabii, hala da öyle. 
İlk geldiğimde bana, insanları iyi izle demişti, bir süre sonra bakmana gerek kalmadan aralarındaki ilişkileri anlar duruma gelirsin. Ona dememiştim, ama en büyük yeteneğim zaten izlemekti. Dün gece onu sahnede izledim. İçten içe hiç durmadan alkışladım. Neden iyi bir senaryonun kötü bir yönetmenin elinde mahvolacağını söylediklerini bir kez daha anladım. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf