Tanrılar

Buraya geldiğimden beri beni şaşırtan, sorgulatan, sarsan gözlemlerimi kendimce bir bellek yaratmak, çizdiğim yolu takip ederken geçtiğim yerleri unutmamak için not alıyorum. Bazen de buraya yazıyorum. Hareket kabiliyetim, esnekliğim arttı. Tercihlerimin ve yaptıklarımın sorumluluğunu yükleyecek kimse kalmadı. Ne sistem, ne çalışma saatleri, ne ezildikçe ezmeyi benimsemiş insanlar. Tanrı yoksa her şey mübahtır'ı önce Dostoyevski söylemişti. Sonra Sartre tekrarladı. ''.. Bu demektir ki insan kendi başına bırakılmıştır. Artık hiçbir özür, dayanak bulamayacaktır yaptıklarına. İnsan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur!'' diye de ekledi. 
Önceden etrafım tanrılarla çevriliymiş. İnanmasam da koydukları kurallara uyuyor, cehennem azabından korkuyormuşum. Tanrıların en büyüğü korku'ymuş. Şekilden şekle girip zihninin içinden rüyalarına sızıyormuş insanın. Güvenlik, kapı duvar, on beşinci katta makam odasında bir adam suretinde çaktırmadan eylemlerimize, düşüncelerimize sızıyormuş. Korku cisimleştiğinde, sahip olduğun düzene can simidi gibi sarılarak yaşarken, hoşuna gitmeyen her şeyin sorumluluğu onun omuzlarına yüklenebiliyormuş. 
Bu zamana kadar tanrılardan çok zarar gördüm, ama hep suçlanacak birini de buldum aralarından.  Topluma karşı bireyi savundum. Hatayı insanda değil sistemde aradım. Sistem de bir tanrıydı. Bunu şimdi anlıyorum. Acı çektirse de acısına kader gibi katlanıyorduk. Sartre'ın özgür insan bahsiyle ne demek istediğini ancak anlayabiliyorum. Özgür insan kendine acı çektiren tanrılardan medet ummayan, başına her geleni o tanrıdan bilmeyen insanmış. 
Suçlanabilecek herkes ve her şey elimden alınmışken, tutkularının ve eylemlerinin sorumluluğunu alabilen insan olmanın sandığımdan çok daha zor bir iş olduğunu anladım. 
Önceden günde kendimi özgür saydığım 4 saat vardı; haftada iki gün, yılda iki hafta. Diğer saatlerimin hepsi kontrol altındaydı. Rüyalarım bile bilinçaltımın kontrolündeydi. İlkokuldaki başlangıç ve bitiş zillerine benzer ziller kafamda çalıyordu. Saatine sıklıkla bakan herkesin kafasında benzer ziller çalıyor. Ortada bir zil olmaması, zilin olmadığı anlamına gelmiyor. Şimdi düşündüğüm her yerde, istisnasız her yerde, etrafına güvenlik şeridi çekilmiş, kameraya alınıyormuş gibi davranan, kafasında türlü ziller çalan insanların dolaştığını biliyorum. Bunları önceden de bildiğimi zannediyordum. İnsanın kendine az da olsa bir mesafe alamadan, kendi zihninden çıkamadan düşünmek zorunda kalması büyük talihsizlik. Tanrılardan birinin de insanın kendi zihni olduğunu anladım. Görmek istediğini gösteren, bildiğini zannettiren, bir düşüncenin etrafına duvar örüp o duvarı aşmayı imkansız kılan bir zihin. 
Hayatımda ilk kez, yakınılacak insanlar, bana düşman bir sistem, kafamda çalan saatler, aile ve arkadaş etkisi/baskısı/talebi olmadan yalnız ve özgür kaldım. Hayatımda ilk kez, bu hayatın, ayakları yere basan bu vücudun ve durmadan düşünen bu kafanın, yalnız ve sadece bana ait olduğunu hissettim. Şaşırdım. Dehşete kapıldım. Otuz yaşıma dek onca farklı yerde ve uğraşta bulunmama rağmen, bir kez bile bütün koşulların birleşip beni şimdi olduğum bu noktaya getirememiş olmasından dehşete düştüm. İki insanın başka bir insana can verirken düşündüğü ve istediği tek şey bu olmalı.  Dünyaya ayak basacak yeni insan, oradan oraya taşıyacağı vücudunun, eylemlerinin ve düşüncelerinin yegane hakimi ve sorumlusu olabilecek mi. Kandırılmaya ve yönlendirilmeye açık zihnini, bu yegane hakimiyetin sürekliliği adına koruyup kollamayı, eğitmeyi, beslemeyi öğrenebilecek mi.
Kelime olarak tanıdığım, üzerine düşünüp durduğum özgürlüğü, belli bir mesafeden de olsa gördüm. Zaman ve seçim hakkı bana kaldığında olası sonuçların sorumlulukları da bana kaldı. Seçenekler çoğaldığında seçim yapmanın zorluğuyla tanıştım. Önceden her sayfasının yüzde sekseni doldurulmuş, yirmisi boş bırakılmış, cetvelle kenarları çizilmiş bir defter tutuşturulmuştu elime. Kenarlara taşırmadan kalanını gönlümce dolduruyordum. Şimdi cetvelle çerçeveleyen yok, çizgi yok, tamamı boş. Ortadan mı başlasam, yukarıdan aşağı mı yazsam, boyasam mı bilemiyorum. Beklediğim kadar güzel dolduramazsam, zaten her yeri doldurmuşlar, bana ancak burası kalmış da diyemeyeceğim.  Bunun bir insanın ulaşabileceği, iyi ya da kötü olmayan, en nötr ancak en sahici yer olduğunu anladım. Özgürlük eskiden güvercinle, denizle, renklerle alakalıydı kafamda. Hep iyiydi, hoştu. Şimdi her iki tarafa da eşit mesafeden bakan bir bölgede durduğunu öğrendim. 
Kelimeler ifade ettiklerinden, zihinde canlandırdıklarından çok daha fazlasıymış. Bu kadar bilmezken bildiğimi zannetmeyi nasıl başarıyormuşum. 
Yeni tanıştığım bu özgürlüğün  boynuna heyecanla sarılmadım. Ama beraberinde getirdiği bol ve derinlemesine düşünmeyi memnuniyetle karşılaştım. Çünkü insan yine Sarte'ın sözleriyle, kendini oluşturduğundan başka bir şey değildir. 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf