Merak


                                   

Gün ortasında işi gücü bırakıp buraya geliyorum. Aldığım bu küçük risk hoşuma gidiyor, birileri bana onlarca online platformun birinden ulaşmaya çalışırsa ulaşamayacak, ne heyecan! Hava artık çok geç kararıyor, 9 gibi. Yine de akşam üzeri bütün işlerim bittiğinde buraya çıkıp gelmenin aynı hazzı vermeyeceğini biliyorum. Oldum olası akşam, hatta gece çalışmayı sevdim. Küçükken de sabahçı olmaktan nefret ederdim, gece erken yatmaktan, öğlen oluncaya kadar kafamın bir türlü çalışmamasından, sabahın soğuğunda okula gitmekten. Bize hiçbir zaman ne istediğimiz, neden hoşlandığımız sorulmuyor. Çocukken de sorulmadı, sonra da. Ama nedense ben, bir gün birinin bu konuyla ilgileneceğine dair iyimser bir beklenti taşımışım içimde, öyle büyümüşüm. Bu birinin olsa olsa kendim olabileceğini anlamam yıllarımı aldı. O yüzden böyle küçük hamleler yapmaya başladım. Canım istemiş, üçte parka gitmeye karar vermişsem, istediğimi yapıvermenin dünya için yıkıcı sonuçlar doğurmadığını da gördüm. Her şey bekleyebiliyormuş, her şey. Bütün dünya yeri geldiğinde hizaya çekilebiliyormuş. Kimsenin aklına gelmeyecek bir şey buna sebep olabiliyormuş. İnsan, çözümler üretmede, elindekine uyum sağlamada sandığımdan çok daha başarılıymış. 

Parkta soldan sağa doğru koşan, koca bir halka yapıp tur üstüne tur atan insanlar vardı yine. Ağacın altındaki bir banka oturdum. İki gün önce aldığım defterime yazmaya başladım. Koşan adamlardan biri önümde yavaşladı, Danca bi şeyler söyledi. Sonra kendi kendinin simultane tercümanı gibi cümlesini çevirdi. Kusura bakmayın, çok merak ettim, ne yazıyorsunuz dedi. Bana böyle sorular sorulduğunda hemen, ne ironi ne şaka ne huzursuzluk belirtisi, ne yapıyorsam olduğu gibi söylerim. Sanki tanıdığım biri sormuş ve ne yaptığımı bilmek onun da hakkıymış gibi. Bu benim günlüğüm dedim, günlük yazıyorum. Çok kısa bir an, birkaç saniye korktum, sohbet etmeye çalışacak, koca bankın bir köşesine de o oturacak sandım. Kim bilir nasıl kısa, yapay, birbirimize kendimizi kanıtlamaya çalışacağımız bir sohbete girişeceğiz. Canım çok sıkıldı. Verdiğim cevaptan da pişman oldum. İnsan günlük tuttuğunu birine söyler mi. Günlük tutmak kadar kişisel ve özel sayılı şey vardır. Adam düşündü, anlamış gibi hımm, dedi, iyi yazmalar ya da iyi günler gibi bir şey söyleyip tur atmaya devam etti. Bu defa da niye başka bir şey söylemedi diye merak ettim, polisiye yazıyorum mu deseydim, uydursaydım bir hikaye, adam da eve gidince düşünseydi, bugün parkta polisiye yazan birini gördüm deseydi. Ona da durduk yere bir merak çıksaydı. 

İşin aslı ne yazdığımı da bilmiyordum çoğu zaman olduğu gibi. Bir şey yazma fikriyle kalemi aldığım çok nadir oluyordu. Yazarken ne düşündüğümü öğreniyordum, ondan önce belli belirsiz bir şeyler uçuşuyordu aklımda her şeye dair, ama ne olduğunu tam bilemiyordum, cüret edip yazmaya başlayınca ne olduğunu anlıyordum. Tam bir bilinmezdi bana göre her seferinde. Belki adama böyle demeliydim. O da koşusu bitip eve gidince, bugün parkta ne yazdığını bilmediği halde yazan birini gördüm diye düşünürdü. Ben neden koşuyorum diye düşünebilirdi belki bir de. Yazmak da koşmaya benziyor. Bir şey olsun, bir yere varayım diye çıkmıyor insan yola, çoğu zaman aynı halkada, bir şeyin etrafında dönüp durduğunu biliyor. Ama koşarken olduğu gibi insanın içini bir rahatlama, yol aldıkça ve ter attıkça büyüyen bir adrenalin dolduruyor, işin garibi, bunların hepsi çok da rahat olmayan bir sandalyede otururken oluyor. 

Eve dönerken sevdiğim bir mağazaya uğradım. Renkli ve yumuşak kapaklı defterler vardı. Ellerimi her yere koydukları dezenfektanla temizleyip bütün defterlere tek tek dokundum. O esnada Türkçe şarkıyı duydum. Burası güncel pop müzikle özdeşleşmiş bir mağazaydı, bir anda Beşiktaş Çarşı'daki Mephisto haline bürününce şaşırdım. Hoparlörlerin olduğu yere doğru yürüdüm. Şarkıyı kaydettim, hayatta en utandığım şeylerden biri de mağazalarda telefonumu çıkarıp fotoğraf/ video çekmektir. Sanki teknolojiyle burun buruna yaşamıyoruz ve insanların büyük çoğunluğu aynını yapmıyor. Kendimi Black Mirror'daki her şeyi puanlayan pembeli kadın gibi hissettim.

Şarkı bitince, filmlerde olduğu gibi kasaya gidip bu şarkıyı çalma listesine kimin koyduğunu sormak istedim. Bazı şeyler filmlerde hep aynı şekilde olduğu için mi aklımıza gelen ilk o oluyor, yoksa insanın aklına gelen ilk o olduğundan mı filmler ikide bir aynı fikri tekrarlıyor? Bu bir film olmadığı için gitmedim tabii, zaten kasada 1,5 metre kuralı yüzünden büyük cambazlıklar dönüyordu. Millet can derdindeydi, ödeme yapmak, sıra beklemek, oraya buraya dokunmamaya çalışmak herkesi yıpratmıştı. Kasiyerlerin benim harika Türkçe müziğimle ilgilenebilecek takatleri yoktu, ki bunlar dünya genelinde takati en yüksek kasiyerlerdir muhtemelen. Az çalışır, çok kazanır ve içlerinden geldiği için gülümserler. 

Kurmaca evrenlerde şarkıyı duyan anlatıcı kasaya yanaştı. Gözlerini Selda Bağcan dinlemiş Frodo gibi patlattı, bu listeyi kimin hazırladığını sordu. Kasadaki kadın gülümseyerek, bilmem, dedi, şarkılar merkezi sistemden çalınıyor. Doğru ya, diye düşündü anlatıcı. Zincir mağazalarda öyle olur. Her şubede aynı şarkı çalar. İnsanın bireysel tercihine bırakmazlar, çalan müzik de markanın bir parçasıdır, müşterileri çekecek, onları gizliden gizliye alışverişe sürükleyecek parçalar seçilir. Ya da bu kısım tamamen anlatıcının abartması. İşler istediği gibi gitmedi diye dükkanı suçluyor.

Eve yürürken amma gün oldu diye düşündüm. Bir adam bana ne yazdığımı sordu, bir de en olmadık yerde güzel bir Türkçe şarkı dinledim. Ne macera. Eve girince Çarşambayı Sel Aldı isimli parçaya takıntısı olan Kristine'ye Youtube'dan şarkıyı açtım. Altyazıları da vardı. Gerçi hiç bakmadı. Odanın ortasında etrafında dönerek dans etti. Sözlere gerek olmadığını o zaman anladım. Ben anladığım halde yine aynı his geliyordu. Müzik de böyle bir şey işte, mesajı şıp diye veriyor.


 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf