Rebel in the Rye - The Catcher in the Rye




J.D Salinger, ''The Catcher in the Rye'' (Çavdar Tarlasında Çocuklar) kitabıyla tüm dünyada okunan ve takip edilen bir yazar haline geldi. Bir süre sonra evine kapanan, röportaj vermek istemeyen Salinger  bu tercihiyle hiç tanımayanlar tarafından anılır ve merak edilir oldu.
''Çavdar Tarlasında Çocuklar'' kitabını okuduğumda, kitabın anlatıcısı Holden'a duyduğum hayranlıkla Salinger'ı araştırmak istedim. Onun hakkında arama motorunda karşıma çıkan ilk bilgi kitabının artan ününden sonra, 2010'da, kimsenin bilmediği evinde ölene kadar yalnızca yazdığı ve yazdıklarını asla yayımlatmadığı oldu. 
Okuduğum ilk kitabından sonra peş peşe ''Franny ve Zoey'',''Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar'' ve ''Dokuz Öykü'' kitabını okudum. Franny ve Zoey'de karakterleri çözmekte çok zorlandım. Karakterleri tam anlayamadığım gibi aralarındaki dialoğa haddinden fazla odaklanıyor, kendimi ''bunlar ne konuşuyor'' derken buluyordum. Glass ailesinin 7 üyesini anlatan bu üç farklı öykü kitabında karakterlerle derin mücadelelere girdim. Bir şey eksik kalıyordu. 

Bu sene, Başka Sinema kapsamında gösterime giren, Salinger'ın hayatını anlatan ''Rebel in the Rye'' (Çavdar Tarlasındaki Asi) filmini izledim. Salinger'ın öykülerinde benim için eksik kalan parçalar o filmle aniden kapandı. Onu tanıyınca, Seymour'u, Franny ve Zoey'i, Boo'yu da anlayabildim. Yazarın kurduğu evren, onun toplumsal baskılardan, etkileşime açık bir hayattan neden rahatsız olduğunu bilmemle netleşti. Filmde ''Artık yayımlanmak istemiyorum, sadece yazmak istiyorum'' diyen Salinger'a onu okuyamayacak olmaktan küçük bir acı çekerek de olsa tamamen hak verdim. İnzivaya çekilmesinden sonra, hayatının çılgınca talan edilmesini hiç anlayamamıştım. Basın evini bulmak için yırtınıyor, hayranları kendini yazar olarak tanıtıp röportaj vermeyen yazarı konuşturmaya çalışıyordu. Kendini evine kapatıp yalnızca yazmak istediğini söyleyen bir insan ne yapıyor olabilir? Sessiz sakin bir ortamda, gürültülü ve parlak bir hayal gücüyle masasının başında yazıyordur. Kendimi onun evini bulmuş, pencereden odasını gözetlerken hayal ediyorum. Yatağında uzanmış bir adam, arada yemek yiyor, meditasyon yapıyor, masasında yazıyor, düşünüyor, oturuyor, belki arada bir söyleniyor, sigara içiyor... Onunla bir kez konuşabilmek için kapısında beklediğimi hayal ediyorum. Aptalca birkaç soru soruyorum ona; neden yazıyorsun, şu an ne yazıyorsun, neden yazdıklarının yayınlanmasını istemiyorsun?... Hiç tanımadığı bana sürpriz, aşırı tatmin edici, kitabında yazsa altını çizeceğim cümleler kurmasını mı bekleyeceğim?

1980 yılında kendini yazar olarak tanıtarak yazarla son röportajını yapan Betty Eppes'e Salinger'ın verdiği birkaç harika cevap aşağıda. 

Yazılarınızın yayımlanması ne kadar önemli? 
Bu cevap vermesi çok kısa sürecek, kolay bir soru. Yazılarımı yayımlamayı kesinlikle düşünmüyorum. Benim için önemli olan yazmak ve yalnız bırakılmak ki yazabileyim. Rahat bırakılmak istiyorum. İlkokulda da böyle hissediyordum, akademide okurken de, askerlik hizmetinden önce ve sonra da. Şimdi de böyle hissediyorum. 

O zaman neden yazılarınızı yayımladınız? 

Neler olacağını öngöremedim. Böyle olacağını beklemiyordum, olduğunda da bunu hiç istemedim. Çünkü bu artık normal bir yaşam süremeyeceğim anlamına geliyordu. Evimin yakınındaki yollara korumalar koymak zorunda kaldım. Çocuklarım da çok sıkıntı çekti. Neden yaşamım bana ait olamıyor ki?


Neden kitaplarınızı imzalamaktan nefret ediyorsunuz?
İmza vermeye inanmıyorum. Anlamsız bir hareket. Kimse için adını yazarak imza atma. Aktör ve artistlerin imza vermeleri kabul edilebilir, çünkü onların verebileceği tek şey yüzleri ve isimleri. Fakat yazarlarda durum farklı. Onların verdikleri şey eserleri. Dolayısıyla imza vermek bunun yanında çok ucuz kalıyor. Sakın bunu yapma! Kendine saygısı olan hiçbir yazar bunu asla yapmamalı.


Kaynak: http://www.milliyet.com.tr/-magazin-1195720/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf