Louisiana Modern Sanat Müzesi


Modern Sanattan bazen bir şey anlamadığımı hissediyorum, yine de müze ve sergi gezmeyi sevdiğim için gidiyorum. Buraya da iyi gitmişim. Şehrin 40 dk tren mesafesi ile kuzeyinde, yemyeşil bir tepede. Denizi alabildiğine kucaklıyor. Uzun süre sonra ilk kez trene bindiğim için heyecanlandım, etrafımı çocuk merakıyla inceledim.
İlk birkaç sergide gördüğüm heykellerden bir şey anlamadım. Sonra, kısa video köşelerinde sergi küratörünün sanatçı ile yaptığı röportajı izledim. Eserden anlamak için sanatçıyı tanımak gerektiğine ikna oldum. Per Kirkeby (1938-2018)'ın heykellerini ince ince ve ustalıkla işleyişine hayran oldum. Bundan öte ropörtajındaki bir lafı beni çok etkiledi. Diyordu ki, ''baktığımız her şeye kendi kültürel bagajımızı bir kenara bırakamadan bakıyoruz, her şeyi kendi kültürümüzün süzgecinden geçiriyoruz. Bunu kendimde fark ettiğimde şok oldum ve bunun üzerine düşünmeye başladım.''
Son zamanlarda benim de üzerinde sıklıkla düşündüğüm bir konu olduğu için bir anda bu cümlelerle karşılaşmak beni de şaşırttı ve sanatçının ne demek istediğini gerçekten anladım. 
Konuştuğumuz-tanıştığımız her insana, temas ettiğimiz doğaya, girdiğimiz her ortama ve gözümüzün değdiği her şeyi kendi kültürel algımızla (ön yargılarımız ve birikimimizle) içselleştirip onları görünümlerinden apayrı yargılıyoruz. Çoğu zaman bunun farkında bile değiliz. Hatta farkında olması çok zor bir gerçek. Ancak belirli koşullar sağlanıp sınandığında, insan kendi bakışını ve düşüncesini sorgulayabildiğinde belli bir açık görüşlülüğe sahip olabiliyor, ama bana kalırsa o bile sınırlı.
Yukarıda Japon bir sanatçı tarafından tasarlanmış, led ışıklarla ve aynalarla küçücük odada yaratılmış sonsuzluk algısının içindeyken hala bu meseleyi düşünüyordum. Yerdeki ve tavandaki aynalar yüzünden adım atmaya korktum, büyük bir uçurumun eşiğindeydim sanki. Oysa biliyordum belki 9 metrakare bile etmeyecek dar bir odanın içinde olduğumu. Yine de duyularım bana ilerlemememi, hiçbir şeye dokunmamamı öğütledi. Birkaç kelime söyledim, sesim boş odada yankılandı. Bu da odanın derinliğine ve sonsuzluğuna ayrı bir boyut kattı. Odadan çıktığımda neyi nasıl gördüğümün, gördüğümün gerçekte ne olduğunun, benim onu nasıl algıladığımın tamamen kişisel olduğunu kabul ettim. Duyular fizikle kandırılmaya müsait, aynı zamanda kültürle bir amaç ya da korku doğrultusunda yönlendirilmeye de müsait. Elbette herkesin her gördüğüne nötr bir tavırla yaklaşmasını, geçmişinden ve deneyimlerinden bağımsız değerlendirmesini istemezdim,  koca bir insan yığını olarak aynı şeye bakar ve aynı şeyi görürdük. Yine de geçmiş yaşantıların ve öğrenilenlerin olaya bu denli müdahil olması, gördüğümüz her şeyi onlarla yorumlamamız Per Kirkeby'ı olduğu gibi beni de şoka uğratıyor. Bu çok basit gerçeğin farkında olarak yaşamakta zorlanıyorum. Gördüğüm ve hissettiğim her şeyden şüpheye düşüyorum. Karar vermem zorlaşıyor. 


Müzede yine duyuları allak bullak eden başka bir sergi vardı. Ismi ''Hot, pink, turquoise'' https://www.louisiana.dk/udstilling/hot-pink-turquoise
Ann Veronica Janssens, pembe, yeşil ve mavi tonlarının hakim olduğu bir oda yaratmış. Yine led ışıklar, paneller ve yapay sis kullanmış. Talimatlar eşliğinde bu odaya kapatılıyor ziyaretçiler. Girer girmez insan kendini pespembe bir bulutun ortasında buluyor. Odanın boyutlarını dışarıdayken görmesine rağmen içeride zaman ve mekan kavramı aniden kayboluyor. Ben de içeri adım  atar atmaz ve kapı ardımdan kapandıktan sonra ileriye bir adım atmaya korktum. Odanın muhtemelen bomboş olduğunu biliyordum. Ama duyularım yine bana kıpırdamamamı, başıma bir şey gelebileceğini öğütledi. Pembenin büyüleyici dumanında el yordamıyla birkaç adım ilerleyebildim. Duvara tutundum, tutunduğum yer de kaygandı, hatta sanırım ayaklarım bile biraz kayıyordu ya da ben öyle sanıyordum. Birkaç adım daha atmaya cesaret edince bir anda her yer koyu maviye döndü. Renklerin bu değişimi o kadar aniydi ki nerede olduğumu, girişin ne kadar mesafede kaldığını şaşırdım. Oysa sadece üç- dört adım uzaklaştığımı biliyorum ve görevli tüm ziyarteçileri 3 dakika içinde odadan çıkarıyordu. Bunların hepsini bildiğim halde duyularım aklıma galip geldi. Odanın ilerleyen kısımlarına yürüyemedim. Koca boşlukta tavana bakarak dikildim. Kalbim merakla ve korkuyla çarptı. O an bu duyguyu ne kadar çok sevdiğimi fark ettim. Bir şeylerden hem deli gibi korkuyor hem de ne olursa olsun merak etmeye devam ediyordum.  Hayattaki tüm tercihlerimin, seçimlerimin yol göstericisi bu iki duygunun birleşimiydi. Bu iki duygu beni hayatta hissettiriyordu. O odada geçirdiğim üç dakika içinde bunu bir kez daha anladım. 
 




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf