Yaşamak



Yaşamak bir süre benim için odamda yalnız kalmak, kapımı kapayıp huzurla okuyabilmek, yalnız istediğim filmleri izleyebilmek demekti. Mutfakta ev arkadaşlarımla karşılaşınca bile rahatsız oluyordum. Kimseyle günlük sohbetlere girmek istemiyordum. Günlük hayat umrumda değildi. Yürüyüşe yalnız çıkıyordum, birinin planlarıma dahil olması fikri beni çok rahatsız ediyordu. İç sesimle, kafamın içindeki benle kurduğum büyüleyici dünyayı kimseyle paylaşmak istemiyordum. Tek istisnası yazmaktı. O da doğrudan bir paylaşım hissi vermiyordu. Günün sonunda istediğimi söyleyebilir ve tek bir cevap almadan, saçma sapan bir şey duymadan konuyu kapayabilirdim. Yazma kısmında kimse sinirimi bozamazdı. 
Hayatımın her döneminde başıma geldiği gibi bir an geldi, güneş göründü, hava ısındı, gün sabah dört otuzda aydınlanmaya başladı. Gece on ikide uyuyamaz, sabah beş olmadan gün ışığı ile uyanır hale geldim. Sokağın ve doğanın çağrısını, ben istemesem bile vücudum duymaya başladı. Kendimle geçirdiğim harika zamanlar ister istemez bitti. Bu defa içimde deli bir istek, insanları görmeye, onlarla konuşmaya, genel olarak yaşamaya dair doyumsuz bir arzu duymaya başladım. 
Sabahın köründe yataktan taze bir enerjiyle fırlıyorum. Bir saat okuyup yazıyorum, fazla değil. Sonra iki saat göl kenarından başlayan uzun bir koşuya çıkıyorum. Hayatımda daha önce hiç koşmamış gibi koşuyorum. Kaslarımın zorlanmasından, nefes nefese kalmaktan zevk alıyorum. Kendime hedef belirliyorum, şu ağaca kadar koşacağım diyorum, o ağaç gelmek bilmiyor, gelince kendimi çimenlere fırlatıyorum. Futbol sahası büyüklüğünde bir yeşilliğin ortasında, çoğunlukla yalnız, hızlı hızlı nefes alıp veriyorum, varolan bütün nefesleri, bu hayatta hakkım olan nefesi tek seferde almaya çalışıyorum sanki. Sonra güneşe dönüyorum, çıplak ayak çimenlerde yürüyorum. Mutluluk diye bir duygu varsa eğer, biliyorum ki o an mutluyum, birazdan uçup gideceğini de biliyorum ama umurumda değil. Saate bakmadan, sabahın kaçında olduğumu bilmeden çimenlerde uzun uzun geziniyorum. Dönüş anı geldiğini hissettiğimde aynı deli coşkuyla eve koşuyorum. Eve vardığımda, neden bu insanların yediden yetmişe, kar kış demeden koşup durduğunu anlıyorum. Var olmak, bazen bir masa başında, sessiz sakin oluyor; bazen de böyle nefes nefese, kaslarının gerginliğini bacak arkanda hissederek, gözlerini kısarak, oh çekerek, kendini bir yerlere fırlatarak..
Gün boyu beni idare edecek kadar çalışıp, çalışırken benimle birlikte evden çalışan kızlara ikide bir laf atıp, dikkatlerini dağıtıp, sonra hallerine gülüp, herkesi şaşırtıp, yanar döner hallerime alıştırıp, kendi kendime öfkelenip, az önce öfkelendiğim şeye gülüp duruyorum. Kızlar bana nasıl davranacaklarını şaşırıyor. Bazen mutfak penceresinin önünde feminizmden, Freud'dan, yeni okuduğum kitaptan, içe dönüklükten, yaratıcılıktan bahseder, taş üstünde taş bırakmaz, karşımdakini de tartışmaya sürüklerken an geliyor; müzik dinlemediğim halde kulaklık takıyorum, duysam da duymazdan geliyorum. Kimin kimle görüştüğü, kimin nereye gitmeyi planladığı ilgimi çekmiyor. Kayıtsızlığımı gören kızlar şaşırıyor, bir  kez daha deneyip vazgeçiyorlar. Neden böyleyim diye düşünüyorum. Bunu ciddi ciddi düşünüyorum, neden böyleyim. 
Akşam olunca, yani saat olarak olunca, bisiklete atlayıp bir yerlere gidiyorum. Bir saat hiç durmadan, yokuşlardan kaçarak sağdan sağdan gidiyorum. Son dönemde edindiğim arkadaşlardan birini arıyorum. Şehrin bir ucuna çağırıyorum. Yarım saate gel deyince şaşırıyor. Yine de yok gelemem demiyor. Özellikle Danlar, aylar öncesinden plan yapmalarıyla ünlü Danlar, böyle anlarda beni şaşırtarak çıkıp geliyor. İnsanların bir yere  davet edilmekten ne çok hoşlandıklarının farkına varıyorum. Bir an, sanki herkes evinde sıkıntıdan patlıyormuş, böyle bir telefon bekliyormuş gibi geliyor. Gelirken ne getireyim diye soruyor. Hava güzelse beyaz, kötüyse kırmızı. Çimenlere, kanal kenarına, nereyi bulursak oranın kenarına ilişiyoruz. Karşımdakini izlediğim anlar başlıyor. İzliyorum ama dinliyor muyum, dinleyip dinlemediğimden emin değilim. Çoraplarına bakıyorum. Lacivert spor çorabı giymiş. İkide bir sağ eliyle gözünün önüne gelen saçlarını itiyor. Gözüne giren güneş yüzünden tek gözünü kısıyor. Bundan mutlu oluyor. Konuşurken etrafa bakıyor. Anlattığı ne olursa olsun. Peru'da yaşamış. Bir yıl İngiltere'de. Babası diplomat, annesi Meksikalı. Çantamda Juan Rulfo var, Ova Alev Alev. Sırf İspanyolca ismini duymak için konuyu Latin Amerikalı yazarlara getiriyorum. Tek tek saydırıyorum, İspanyolca harika bir dil. Telaffuzu, yalnız isim saysa da bana harika bir şeylerden bahsediyormuş hissi veriyor. Marquez'in torunuyla arkadaşmış. Hadi canım.Bu hikayeyi kim bilir kaç kez anlattığını merak ediyorum. Duyduğum her şeye inanıyorum. Bu yeni kararım. Söylenen her şey doğru. Hikayenin bir parçası. Yalan söylese bile güzel. Güzel bir yalan. Ben de Meksikalı olsam ben de böyle yalanlar söylemek isterdim. En son San Salvador'lu 4 isimli adamın Tiksinti isimli kitabını okudum diyorum. Alejandro Zambra'yı da tanımıyor, ama ismini güzel söylüyor. İstanbul bana Mexico City'i hatırlattı diyor, kaotik bir güzellikmiş. Kaotik olana güzel diyen insanlar kuş sesleriyle, iki katlı binalarda yaşayan ve bir yerden bir yere bisikletle giden insanlar. Bunlar dışında kaostan zevk duyanını görmedim. Şarap bittikçe plastik bardaklara dolduruyor. Diyor ki, biliyor musun Japonya'da son iş görüşmesi alkollü ortamda yapılırmış, iş veren çalışanının sarhoş ve en dürüst halini görmek istermiş. Dürüst insanları sevdiğini söylüyor. İnsan dürüst olamaz ki diye düşünüyorum, en başta kendine dürüst olamaz. Bir şeyleri dürüstlük sanır sadece. Mesela aşırı çişin gelmiştir, karşındaki yakın arkadaşın olmasa bile, İşemem lazım dersin, sence en yakın lavabo nerede demezsin. İşemem lazım dediğinde dev ağaçların arasındaki kuytuya işeyebileceğin ihtimalinin de hesaba katılmasını sağlarsın, ama lavabo arayan insanlar uluorta çimenlere işemez. İşte bazen dürüstlük dedikleri budur. En azından ben, onun dürüstlük dediğinin bu olduğunu düşünüyordum. Bir de Marquez'in torunuyla arkadaş olması durumu var tabii. Şimdi nerede, ne yapıyor diye soruyorum, bilmiyormuş, uzun zamandır konuşmamışlar. 
İşemem lazım diyorum. Hemen toparlanıp kalkıyor. Hayırdır diyorum. Şuradaki Falafelciye gidelim diyor. Şurada dediği de köprünün öte tarafı. Akşam soğuğunda bacaklarım donmuş. Sandaletlerin içindeki ayaklarım üşüyor. Konuşmaya devam ediyor. Kafamda Tayland'la Vietnam çorba oluyor. Falafelciden başkasını düşünecek halim yok. Türk isimli bir restoran görüyorum. Dur diyorum, şurada yaparım. Şarabın vermiş olduğu rahatlığa dayanarak, kasadaki pek de Türke benzemeyen adama, Merhaba, Tuvaletinizi kullanabilir miyim, diyorum. Adam gülümsüyor, Tabii ki diyor. Tuvaletten çıkınca uzakta kalan bisikletlerimize doğru yürüyoruz. O sıra neden bahsettiğini hatırlamıyorum. Ama 30 üstü ve özgür olmakla ilgili bir şeyler. Özgürlüğün yükledikleri bir de. Onun da kafası karışık. İnsanların beklentilerinden, beklentilerin baskısından bahsediyoruz. Bu konunun uluslararasılığına bir kez daha inanıyorum. Yarı Meksikalı yarı Dan, çocukluğu neredeyse on farklı ülkede geçmiş biri bile düzenli hayat baskısı yaşıyor. Çocuk isteyip istemediğimi bile bilmiyorum diyor. Çalıştığı okulda çocuklar kafasını şişiriyormuş. Ya istemiyorsam ama istiyormuşum gibi geliyorsa. Seni çok iyi anlıyorum diyorum. Gerçekten anlıyorum. Bu kafa karışıklıkları benden hiç eksik olmuyor. Ama ne var biliyor musun diyorum, diğerlerinden de eksik olmuyor, ama onların tutunduğu bir şey var, sense yalnız kendine tutunuyorsun. Onlar dile getirmiyor kaygılarını, sen söylüyorsun. Öyle olmasa okuduğum kitapların yarısı bu konuda olmazdı. Daha ne kadar bu okulda çalışabilirim bilmiyorum diyor. Bunlara verilecek bir cevabım yok. Onun da cevap aramadığının farkındayım, sadece anlatmak istiyor. İnsanların dindiremediği bir anlatma istediği var. Ben de dahil. O bana anlatıyor, ben de gelip buraya anlatıyorum. Demek bana çok da bir şey anlatmamak lazım.  
Dondum ben eve gidiyorum diyorum. Tamam, diyor. Ani çağrılışına nasıl uyum sağladıysa, ani ayrılığımıza da o kadar kolay uyum sağlıyor. Arkasından bir süre bakıyorum. Bisikletine atlayıp uzaklaşırken, güneşe karşı yine tek gözünü kısıp kısmadığını merak ediyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fransız kadınları epilasyon yapmaz

la vie d'Adele

Deniz Feneri - Virginia Woolf